Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Postmodernizm

Postmodernizm ihtilaflı bir terim olmasına rağmen, genelde 20.yüzyılın son çeyreğinde sanatlarda belirli yeni ifade formlarına atıfla kullanılmaktadır. Terimin ilk kullanılışı, 1970’lerin ortalarında, tarihsel üsluplara oyuncul referanslar, başka kültürlerden ödünç almalar ve çarpıcı derecede koyu renklerin kullanılmasıyla canlılık katılan belirsiz, çelişkili yapılar lehine, temiz, rasyonel, Minimalist formlardan vazgeçilen binaları anlatmak amacıyla mimari alanındaydı. Tipik bir mimari örnek, Amerikalı mimar Charles Moore’un New Orleans’ta yaptığı Piazza d’Italia’dır. (1975-1980) Bu eser, teatralliğinden zevk alıp, bir sahne formatında klasik mimari motiflerin esprili bir montajını ortaya koyan, mimari tipte bir gövde gösterisidir.

1980’lere gelindiğinde, “postmodern” terimi, Richard Prince’in (1949-)çalışmalarındaki gibi imgelerini popüler kültürden alan projelerde tasarım ve görsel sanatlardaki çok çeşitli gelişmeleri anlamak amacıyla da kullanılıyordu. Diğer eserler, Tim Rollins (1955-) ve K.O.S. (Hayatta Kalan Çocuklar) imzalı çalışmalarda rastlandığı üzere bir araya getirilen fakat birbirine benzemeyen öğelere (görüntülü metin, grafikli nesneler) dayanıyordu. Bazı modernist sanat türlerinden farklı olarak, doğrudan toplumsal ve siyasal sorunlara eğilen çalışmalar da vardı.

Tim Rollins,1987 (Kaynak)


Almanya doğumlu Kavramsal sanatçı Hans Haacke’nin eseri Freedom is now just going to be sponsored-out of petry cash(1990), siyasal açıdan belirlenmiş bir noktayı hedef almak için apayrı öğeleri birleştirmekteydi. Ve Berlin Duvarı’nın yıkılışından sonra Potsdamerplatz’da duran, Mercedes Benz otomobil logosuyla damgalı (Batı Almanya söz konusu olduğunda kapitalizmin markası olarak da okunabilirdi) bir gözlem kulesinden oluşuyordu. J.W.von Goethe’nin “Sanat sanat olarak kalır”, sözü, anıtsal bir yazıt olarak göze çarpmaktaydı.
Postmodernizmin doğasıyla (hatta varlığıyla) ilgili hararetli tartışmalar yapılmaktadır. Pek çok açıdan postmodernizm, modernizmin hem reddi hem de sürdürülmesidir. Ad Reinhardt, sanatın gündelik gerçeklikle hiçbir bağı bulunmadığını, sadece formel çizgi ve renk sorunlarıyla uğraşması gerektiğini iddia etmişti. Ancak görsel sanatlar alanında eklektik, siyasal bakımdan angaje bir montaj –Judy Chicago’nun(1939-) The Dinner Party  enstalasyonu (1974-1979) Reinhardt’ın modernist dogmanın sınırlamalarını yıkma peşindedir. Yine de modernizm, formalist olmaktan başka akımları da içermiştir. Nitekim postmodernizm, Marcel Duchamp’la başlayan ve Dada, Sürrealizm, Neo –Dada, Pop Sanat ve Kavramsal Sanat’la geliştirilen deneyler yapmayı sürdüren bir çizgiydi.


1966’da çıkan iki kitap postmodernizmin kilit fikirlerinden bazılarının habercisiydi: İtalyan mimar Aldo Rossi (1931-1997) Architettura della citta’da (1966) tarihsel Avrupa şehirleri bağlamında, yeni binaların yeni formlar yaratmaktan ziyade eski formları adapte etmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Polemik niteliğindeki ikinci kitap olan, Amerikalı mimar Robert Venturi’nin (1925-) Complexcity and Contradiction in Architecture’ı “karmaşık bir hayatiyet’i savunuyor ve daha az olan sıkıcıdır diyerek, ünlü modernist deyiş “daha az daha çoktur” u alaya alıyordu. Hollanda’daki Groninger Müzesi’ni (1995) tasarlayan ekip, İtalyan tasarımcı mimarlar Alessandro Mendini (1930-) ve Michele de Lucchi (1951-) Fransız tasarımcı Philippe Starck (1949-) ve Viyanalı mimarlık firması Coop Himmelblau(1968-) bu mesajı kesinlikle yürekten benimsemişti.

Tek bir üslupla tanımlanamayan postmodernizmin karakteristik özellikleri malzemeler, üsluplar, yapılar ve ortamlardaki çeşitliliktir. Postmodernizmin çeşitli örnekleri arasında şunlar sayılabilir: İngiliz Sir Norman Foster’in (1935-) tasarladığı, boru şeklindeki çelik kirişleriyle “İleri Teknoloji ürünü Hong Kong ve Shangai Bank Headquarters (1979-)

 
İspanyol Rafael Moneo’nun (1937-) el işi tuğlaları klasik üslupla inşa edilmiş İspanya’daki Museo Nacional de Arte Romano (1980-1986);

 

Amerikalı Michael Gravey’in (1934-) parlak pastel renkleri ve aşırı büyük kilit taşlarını öne çıkaran Portland Public Services Building;


son olarak Dane Johan Ottovon Spreckelsen’in (1919-1987) cam ve beyaz Carcara mermeriyle giydirilimiş anıtsal beton kübü, Paris’teki Grande Arche de la Défanse(1982-89).


Üslupları itibariyle çok şahsi olsalar da bu çalışmalar, 1980’lerle 1990’larda postmodernist mimarinin tipik özelliği olan serüven duygusunu paylaşıyorlardı.
Tasarımcılar, postmodernizmin tekniklerini en az mimarlar kadar benimsemişlerdi. 1960’lardan sonra “Bauhaus’la beraber anılan düzen ve tekbiçimcilikten hayal kırıklığına uğrama eğilimi yeniliklere yol açarken, tasarımcılar da renkler ve dokularla deneyler yapıyorlar, “adhocisim” diye de bilinen bir yaklaşımla geçmişten dekoratif motifleri ödünç alıyorlardı. İtalyan tasarımcı Ettore Sottsassi (1917-) ; öncü niteliğindeki tasarımlarıyla, Milano’da 1981’de kurduğu Memphis grubundaki çalışmaları doruk noktasına çıkaran başlıca figürlerdendir. Grubun adının seçilmesi onun eklektik yaklaşımına da bir işarettir. Grubun ilk toplantısında fonda Bob Dylan’ın şarkısı “Memphis Blues” çalıyordu ve akla gelen çağrışımların zengin ve ihtimal dışı karışımı ( Amerikan blues, Tennessee, Elvis Presley) Sottsass ile üye arkadaşlarına çok cazip gelmişti. Memphis’in anti-işlevsel Carlton Bokkcase’i(1981), her şeyi görsel etkiye bağlayan, tipik biçimde öfkeli bir çalışmadır. İfadenin ve sezginin –ve yer yer anarşinin- ön planda olduğu benzer gelişmeler grafik tasarımda da gözlenmiştir. Almanya doğumlu Wolfgang Weingart’ın (1941 doğumlu) etkisi İsviçre, Basel’den Avrupa’nın geri kalanına ve nihayet ABD’ye yayılmıştı. İngiltere’de Neville Brody (1957-), Hollanda’da Studio Dumbar (1977-) ve İspanya’da Javier Mariscal(1950-), 1980’ler ve 1990’larda avangard tipografik tasarımlar üretmişlerdi.

Modernizmin birleşik bir ahlaki ve estetik ütopya yaratmayı amaçladığı noktada, postmodernizmin 20.yüzyıl sonunun çoğulcuğunu öne çıkarmaktaydı. Bu çoğulculuğun bir yönü, kitle iletişim araçlarının doğası ve dünya çapında gerek basılı gerekse elektronik formlardaki çoğalmayla ilgiliydi. –Fransız düşünür Jean Baudrillard (1929-2007) bu olguyu “iletişim çılgınlığı” diye nitelemişti. Eğer gerçekliği temsiller aracılığıyla algılıyorsak, bu temsiller fiilen bizim gerçekliğimiz haline gelir mi? Öyleyse hakikat nedir? Özgünlük hangi anlamda mümkündür? Bunlar, önemli ölçüde mimarlar, sanatçılar ve tasarımları etkilemiş nosyonlardır. Çoğu postmodernist çalışmanın ana odağı, temsil sorunudur. Geçmiş çalışmalardan alınmış motifler ve imgeler Mike Bildo (1953-) Louis Lawler (1947 -) Sherrie Levine (1947- ) Jeff Wall (1946- ) geniş bir yelpazedeki sanatçılar tarafından yeni ve huzursuz edici bağlarda aktarılmış olup geleneksel anlamlarından soyulmuşlardır. (yapısöküme uğratılmışlardır) Ayrıca, Jeff Koons’un (1955-) ucuz, şişirilebilir bir Easter tavşanından yapılma, parlak paslanmaz çelikten bir heykel olan Rabbit’indeki (1986) gibi kiç de yüksek sanata dönüştürülebilmektedir.

ABD’deki iki sanatçı Julian Schnabel (1951-) ve David Salle(1952-), popüler film ve dergilerden alınmış görüntülerle nesneleri üstüste koyarak 1970’lerin sonlarında postmodernist teknikleri kullanmaya başlamışlardı


Schnabel’in kırık çanak çömlekleri ve Salle’nin hayali olarak üst üste bindirilen figürleri, bileşimleri sorununu ortaya atan çarpıcı bir birliktelik yaratıyordu. Yine, oldukça dışavurumcu olan çalışmaları sık sık kendilerinden “Neo-Ekspresyonistler” olarak söz edilmesine ve Transavanguardia sanatçılarıyla kıyaslanmasına yol açmaktaydı.
Mimari ve tasarımda olduğu gibi görsel sanatlarda da postmodernizm, 20.yy.ın sonunda yaşama deneyimini ifade etmeyi amaçlamış ve genellikle doğrudan toplumsal ve siyasal meselelerle ilgilenmişlerdir. Sanatın eskiden egemen bir toplumsal tipte – beyaz, orta sınıftan erkeğe- hizmet ettiği fikrinden yola çıkan postmodernist sanatçılar, önceden kenarda tutulan başka kimlikleri, özellikle de çevre, etnik köken, cinsel ve feminst duruşlarla ilgili kimlikleri öne çıkarma yolunu seçmişlerdir. Dolayısıyla, çeşitli açılardan bu seçimler postmodernist çalışmaların kilit temaları olmuştur.
Haitili ve Porto Rikolu anne babadan ABD’de doğan Jean –Michel Basquiat (1960-88), SAMO rozetiyle 1970’lerin sonlarında grafiti sanatçısı olarak yola koyulmuştu. Onun öfkeli, yüzleşmeye çağıran ve başka öğelerin yanı sıra ırksal yargıları protesto eden tasarımları, Afrika’nın mask-benzeri yüzlerindeki resimleri, New York sokak hayatından ve karalanmış mesajlardan alınmış sahnelerle birleştirmekteydi.

 


“Modern sanatta siyah insanların portreleri asla gerçekçi bir bakışla yapılmaz, hatta onların portreleri bile yapılmaz. “ New York duvarlarına çizilen grafitileri kısa sürede sanat dünyasının dikkatini çekerken, kendisi de Andy Warhol’la beraber anılmaya başlamıştı. Fakat Basquiat’ın üne kavuşması çabuk olduğu kadar felaketle sonuçlandı. 1984’de New York sanat sahnesinin en şaşaalı yerlerinden Mary Boone galerisiyle bir sözleşme imzalarken, dört yıl sonra aşırı dozda eroin aldığı bir gece hayatını kaybetti.
Ölüm, postmodernist sanatta da egemen bir temadır; aynı şekilde cinsel kimlikler “ve özellikle gay’lerin kimliği- sorunu da. Basquiat gibi Keiht Haring(1958- 1990) de kariyerine grafik sanatçısı olarak başlamıştı ve özellikle duvarlar, tualler, tişörtler ya da yaka kartlarında etkili olan parlak karton figürleri, 1990’da AIDS’den ölene kadar çalışmalarının önemli bir bölümünü oluşturuyordu. Bir başak AIDS kurbanı David Wojnarowicz(1954- 1992), hastalığını çalışmalarının ana konularından bir haline getirmişti. Sex Series(1988-1989), Wojnarowicz’in kayıtsız saydığı bir toplumda AIDS travmasının tarihçesini çıkarmak amacıyla negatif fotoğraf ve metinleri bir araya getirmekteydi.

1970’li ve 1980’li yıllarda, özellikle ABD’deki Mary Kelly (1941-), Barbara Kruger(1945-) Jenny Holzer(1950-) ve Cindy Sherman(1954-) gibi kadın sanatçılar, kadın kimliği sorunlarını ele alırken çeşitli postmodern araçlara başvuruyorlardı. Kelly’nin uzun dönemli projesi Post Partum Document (1973-79), ilk başta altı bölümlü bir enstelasyon olarak düşünülmüştü. Sanatçının oğluyla beş yaşına kadarki ilişkisini anlatan ve çocuğun hem bir erkek olarak sosyal dünyaya girişini, hem de kendisinin bir anne olarak rolünün değişmesini anlatan bu sanat eseri, 1970’lerden sonra yaygın bir biçimde sergilenmiş ve hararetli tartışmalar konu olmuştur.

Önceden Mademoiselle’in baş grafik tasarımcısı olan Kruger, görüntüleri tedirgin edici altyazılarla birleştiren, sosyal davranışların geleneksel yollarla irdelenmeyen yönlerini sıkı bir eleştiriye tabi tutan bir dizi fotomontaj üretmişti. 1990’da Venedik Bienali’nde ABD’yi temsil eden ilk kadın olan Holzer, elektronik reklam panoları, internet ve parkmetrelerle yapıştırılan çıkartmalar kadar çeşitli araçlarla kamuya sunduğu aforizmalarıyla ün kazanmıştı.

Sherman, fotoğraflarına konu olarak kendini seçiyordu, fakat ürettiği serilerin otoportreleriyle alakası yoktur. Tersine bu serilerde sanatçı bilinen yerlerde –ikinci sınıf filmler, genç kız derileri, televizyon programları, Üstad resimleri-bir figür olarak poz veriyor, böylece benimsediği klişeyi tartışmaya açarak kendi kimliğini siliyordu.

 

Postmodernizm terimi, özellikle ona karşı evrensel bir modernizm tanımı bulunamadığından hala tartışma doğurmaktadır ve ona doğru tarihsel perspektif uzayıp genişledikçe kuşkusuz anlamı da değişikliklere uğrayacaktır. Şimdilik, postmodernizmin karmaşıklığı ve olumsallığı, açıklamaya çalıştığı değişken, huzursuz edici ve bazen kategorize edilemeyen çalışmalara uygun düşer görünmektedir.
Modern Çağda Sanat, Amy Dempsey, Çeviri: Osman Akınhay, Akbank Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder