Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Mimar Sinan ve Osmanlı Mimarisinin Klâsik Çağı-I

Osmanlılar II
16. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı İmparatorluğu artık bulunduğu çağın en büyük imparatorluklarından biri, belki de en büyüğü olma yolundaydı. Siyasal açıdan bu hızlı büyümenin yanı sıra, başta mimari olmak üzere her dalda yeni atılımlar imparatorluğun varlığını yaşatacak niteliklere bürünmeye başlamıştı. Özellikle mimari alanda birbirini izleyen anıtsal nitelikte yapılar gözden geçirildiğinde hemen ilk anda Osmanlı sultanlarının etkinliği ortaya çıkmaktadır. Sultanlar, imparatorluğun büyüklüğüne uygun, onu mimari alanda simgeleştirecek özelliklerle yüklü eserlerin yapımına önayak olmuşlardır. Bu simgesel nitelikteki eserlerle, özellikle camilerle, sultanlar bir yandan Tanrıya bağlılıklarını belirtirken, diğer yandan kendi varlıklarının da duyurulmasına yol açıyorlardı. Birçok yapıda, o yapıyı yaptıran sultanın varlığının yapıyla eşdeşleşmesi boşuna değildir.

Sultanların dışında dönemin ileri gelenleri de sultanların yolunu izlediler. Başta dinsel isteklerin simgesi cami olmak üzere, değişik işlevli yapıların, bunlara bağımlı, bağımsız diğer sanatların, bu yüzyılda doruk noktasına ulaşmasına olanak sağladılar. Gerçekten yalnız mimaride değil, çini, maden , cam eşya, hat, tezhip, minyatür vb. sanatlar gözden geçirildiğinde benzer tutumlarla karşılaşılır. Bu, imparatorluğun üst düzeyindeki kişilerin desteğinde ve öncülüğünde gelişse de, imparatorlukta değişik sanat kollarında üretilenler kısa zamanda toplumun malı kılınmaya çalışılmıştır. Konusunu ettiğimiz mimari, bu alanda açık örneklemeye olanak sağlamaktadır. Değişik işlevli yapılara baktığımızda bunların toplumun isteklerine yanıt verecek düzende planlandığı ve uygulandığı görülür. Özellikle büyük külliyelerde caminin çevresinde eğitim, konaklama, sağlıkla ilgili yapıların oluşturulması, bu konuda tanıklık etmektedir.

16. yüzyılda Osmanlı toplumunda yalnız dinin isteklerine yanıt verilmemiş, günlük yaşamın bütün gereksinmeleri gerçekçi bir açıdan ele alınmaya çalışılmıştır. Gerçekten mimaride strüktürel ve işlevsel sınırlar içinde kalınmış, bunlara bağlı olarak geliştirilen diğer bezeme sanatlarında da hiçbir abartmaya olanak verilmemiştir. Osmanlı mimar ve ustaları özellikle işlevsel isteklerin üzerinde durmuşlar, Selçuklu ve Beylikler döneminde gözlediğimiz büyük bir titizlikle ortaya konan bezeme işçiliğinden uzak durmuşlar, onu yalınlaştırmışlardır. Bu yalnız mimaride karşılaşılan bir durum değildir. 16. yüzyıl minyatür resmi kısaca gözden geçirilirse, Osmanlı minyatürlerinin ne denli gerçeklere yaslanma eğilimi içinde olduğu açıkça görülür. Bu bir bakıma karşımıza Osmanlı dünya görüşü olarak çıkmakta, gerçekçi tutumu her yerde geçerli kılmaya yönelmektedir.

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u alması, imparatorluğun yeni boyutlara ulaşmasıyla doğu-batı dünyası bir noktada kesişmiş ve yeni bir imparatorluk bilinci doğmaya başlamıştır. Bu durum kültür ve sanata da yansımış, artık yalnız doğu kaynaklarıyla beslenmekle yetinilmemiştir. Başkentten üretilen her türlü yenilik, imparatorluğun uzanabildiği noktalara dek götürülmeye çalışılmıştır.
Böyle merkezi bir sistemin varlığını kanıtlayan, yalnız bugün ayakta olan eserler ve diğer sanat ürünleri değildir. Osmanlı kaynakları araştırıldığında, saray çevresinde Hassa Mimarları Örgütü başta mimarlık olmak üzere hemen hemen bütün sanat kollarının belirli örgütler içine alındığı, buradaki gelişmelerin, imparatorluğun dört bir yanında uygulamaya konulduğu görülmektedir.
Bu büyük örgütlenme ve merkezi sistemin içinde, üzerinde duracağımız Klasik Osmanlı Mimarisi ve Mimar Sinan dönemini açıklamak bir anlamda kolaylaşmaktadır.

16. yüzyıl Osmanlı mimarisinin evrensel boyutlara ulaşmasında, yarım yüzyıllık mimari eylemleri yöneterek büyük paya sahibi olan ve Türk halkının gözünde kutsallaşan Mimar Sinan’ın yaşamına ve yetiştiği ortama kısaca göz atalım Böylece Mimar Sinan ile birlikte bir dönemin mimarisi de genel çizgileriyle belirlenmiş olacaktır.

Mimar Koca Sinan
Sinan’ın yaşamının öğrenilmesinde yararlı olan belgeler arasında çağdaşı Mustafa Saî Çelebi’nin onu ve çalışmalarını konu alan eserleri, bunlara paralel anonim yazmalar, kendi vakfiyesi ve mimarbaşı olduğu dönemin resmi yazışmaları bulunmaktadır. Mustafa Saî’nin eserleri Tezkeret-ül Ebniye ve Tezkeret-ül Bünyan adlarını taşımaktadır. Tezkeret-ül Ebniye’de bilgiler Sinan’ın ağzından verildiği için eserin onun tarafından yazıldığı ileri sürülmüştür. Ancak içerdiği yanlışlar Sinan’ın ölümünden sonra Mustafa Saî’nin yazdığı kanısını uyandırmaktadır. Yazarının adı bilinmeyen ve yine Sinan’ın ağzından yazılmış olan Tuhfet-ül Mimarin’in de Mustafa Saî’nın ya da Asari’nin eseri olabileceği ileri sürülmektedir. Ayrıca bunun müsveddesi olan Risalet-ül Mlinariye ve bir de Adsız Risale elde bulunmaktadır.

-Bunlardan elde edilen bilgilere göre Sinan, Yavuz Selim yönetimi sırasında devşirilmiş, devşirmelerin yetiştirilme kurallarına uygun olarak önce taşra hizmetine gönderilmiş, sonra acemioğlanlar ocağına alınmıştır. Daha sonra da Kanuni Süleyman’ın ilk seferine yeniçeri olarak katılıp 1521 yılında Belgrad’a gitmiştir. Devşirme işlemi o çağda 8 ile 20 yaşlar arasındaki Hıristiyan çocuklar içinden yapılmaktaydı. Eğer Sinan, türbesinin yazıtında Mustafa Saî’nin belirttiği gibi hicri 996’da, 100 yaşını aşmış olarak ölmüşse, doğum tarihinin yaklaşık olarak -bundan 100 hicri yıl çıkarılarak elde edilen- h. 886/m. .1492’ye rastlaması gerekir. Buna göre Yavuz Selim’in tahta çıktığı yıl yani 1512’de 20 yaşlarındayken devşirilmiş olması mümkündür. Tuhfet-ul Mimarin Karaman Vilayeti ve diğer Osmanlı kentlerinden devşirilenler arasında devlet kapısına geldiği belirtilmekte, adından Kayserili Sinan diye sözedilmektedir. 1573 ve 1587 tarihli padişah buyruklarında Sinan’ın eskiden Kayseri’nin Ağırnas köyünde oturduğu belirtilmektedir. Ayrıca 1586’ya tarihlendirilen vakfiyesinde, bu köyde bir çeşme yaptırdığı görülmektedir. Yine aynı vakfiyeye göre Kayseri’den bazı yakınlarını ve kardeşini İstanbul’a getirtmiştir. Bütün bu bilgilerden Sinan’ın doğum yerinin Kayseri’nin Ağırnas köyü olduğu anlaşılmaktadır.
Sinan, en erken 1512’de devşirilmiş olabileceğine ve yazılı metinlerden 1521’de Belgrad seferine katıldığı anlaşıldığına göre, taşra hizmeti ve acemioğlanlık dönemi en çok 9 yıl sürmüş olabilir. Bu duruma göre, alışılmıştan daha kısa bir sürede yeniçeri ocağına alınmıştır. Nedeni, büyük olasılıkla, Yavuz Selim’in doğu savaşlarındaki kayıplar sonunda ocakta çok yer açılmasıdır.

Sinan bundan sonra, 1522 Haziranından 1523 Ocağına kadar süren Rodos seferinde bulunmuştur. 1526’daki Mohaç seferine katılmadan önce atlı sekban, sonra da yayabaşı rütbesine yükselmiş ve 1529’dan önce zemberekçibaşı oluşmuştur. Bu tarihte Viyana ardından 1534 ve 1535 yılları süresince Irak seferlerine katılmış, bu kez de hasekiliğe yükselmiştir Ordunun Irak seferi sırasında Tebriz, Bağdat, Diyarbakır ve Halep’e gittiği, buralarda konakladığı bilinmektedir. Sinan 1537’de Korfu ve Puglia’ya gidip Boğdan seferinde de bulunduktan sonra 1538’de, Acem Ali’den boşalan mimarbaşılığa atanmıştır.
Birdenbire yeniçerilikten mimarbaşılığa geçebildiğine göre, Sinan’ın daha önce kendisini bu alanda tanıtmış olduğunu kabul etmek gerekiyor. Belgeler onun, ordunun Van Gölü’nü geçmesi için gemiler yaptığını, Boğdan seferinde Lütfü Paşa tarafından padişaha övücü sözlerle tanıtılmasından sonra Prut Irmağı üstünde, yıkılanın yerine 13 gün içinde yeni bu köprü yaptığını aktarmaktadır.

Sinan’ın mimarlık alanında nasıl yetiştiği ya da kendini nasıl yetiştirdiği konusuna birkaç yönden yaklaşılabilir. O çağın yaratıcı öğeleri sınırlı yalın planlı yapıları, benzerlerinin tekrarı yoluyla oluşuyordu. Biçim ve boyutların tekdüzeliği içinde başarı derecesinin ustaların yetenekleri oranında değiştiği, ancak yenilik aranmadığı sürece pek fazla bilgiye gereksinme olmadığı söylenebilir. Bu arada Sinan’ın katıldığı seferlerle Doğu ve Batı’nın değişik kentlerine gitmesi, görgüsünü arttırma olanağı sağlamıştır. Buralardaki örnekleri incelemiş, gördüklerini deneyleriyle birleştirmiş olmalıdır. Bu koşullar içinde Sinan’ın hızlı bir öğrenme döneminden geçtiği, gözlemleri yoluyla sağlam bir oran duygusu edindiği söylenebilir. Zaten öğrenme ve deneme isteğinin, yaşamının sonuna kadar sönmemiş olduğu açıktır.

Bu arada Sinan’ın bu birleşim ve yaratıcılık çabasını günlük uğraşı ve dertlerden uzakta sürdürmediğini de belirtmek yerinde olacaktır. Yapılarının tasarımı yanında, bunların gerçekleştirilmesi için gerekli organizasyonu hazırlamak ve yürütmekle de yükümlüydü. Bunun da ötesinde mimarbaşının, bütün bayındırlık işlerini yürüten bir örgütün yöneticisi olduğu söylenebilir. Kuruluş tarihi kesin olmamakla birlikte bu Hassa Mimarlar Ocağı örgütünün üst kademesinde su nazırı, ikinci mimar, kireççibaşı, ambarbaşı ve tamiratbaşı gibi görevlilerin yer aldığı bilinmektedir. Bu duruma göre Sinan kendi sınırlı yaratma sorunlarının dünyasına kapanmış bir kişi olmaktan çak, geniş yapım eylemlerinin baş sorumlusu olarak görülmektedir. Sırasında nitelikli işçilerin bulunması, bunların ücretleri, malzemenin sağlanması ile de ilgilenmek zorunda kalmıştır. Bir yanda yapılarını yaptığı kişilerin ayrıntılara inen isteklerini yanıtlamış, öte yanda gene mimarbaşının sorumluluğuna giren önlemlerle uğraşmıştır. Çağlar boyunca, İstanbul’un baş dertlerinden biri olan yangına karşı, ev bacalarının gerektiği gibi yapan yetenekli ustaların bulunmasıyla ilgilenmiştir. Kentin nüfusunun, kamunun kullandığı yapı sayısının artmasıyla büyüyen su sorunu, onu sürekli biçimde oyalamıştır.
Sinan’ın yapılarının saptanmasında Mustafa Saî ‘nin tezkereleri ile anonim yazmalardan yararlanılmaktadır. Ancak bu yapıtların listeleri karşılaştırıldığında aralarında farklar olduğu, aynı eserin değişik yazmalarının birbirini tutmadığı görülmektedir. Birinde gösterilen bir yapı, ötekinde geçmemekte, başka bir yerde gösterilmekte ya da başka bir adla verilmektedir. Adsız Risale’de yalnız hamamlar listesi vardır. Bunlardan Sinan’ın yaptığı yapılar hakkında kabaca bir bilgi edinilmekte, güven verici bir kesinlik bulunamamaktadır. Eldeki belgelere göre Sinan’ın yapılarının sayısı 360’ı aşmaktadır. Bunlar camiler, mescitler, türbeler, medreseler, darülkurralar ve mektepler, imaretler, darüşşifalar, su kemerleri, köprüler, kervansaraylar, saraylar, köşkler, mahzenler, hamamlar olarak gruplandırılmaktadır. Hepsi 50 yılı biraz aşan bir süre içinde yapılmıştır. Bunların 280’den fazlası İstanbul’un yakın çevresi ve Trakya’da bulunmaktadır. Ancak aralarında Halep’te, Hicaz’da bulunanlar da vardır. İstanbul ve yakınında bulunan yapıların genellikle Sinan’ın denetimi altında yapıldığı kabul edilebilir. Uzak bölgelerde yapılanların hepsinin başında bulunduğu ise kolayca öne sürülebilecek bir görüş değildir. Zaten aynı yıllarda birkaç yapının birbirinden oldukça uzak yerlerde yapıldığı ve günün ulaşım koşulları göz önüne alınırsa bu olanaksızdır. Örneğin üzerindeki yazıtta bitiş tarihi olarak 1562/1563 yılı verilen Erzurum Lala Mustafa Paşa Camisi’nin yapımının sürmüş olabileceği 1560-1562 arasında Sinan İstanbul’da Rüstem Paşa, Odabaşı, Ferruh Kethüda camilerini, Semiz Ali Paşa’nın Edirne’deki arasta ve kervansarayını, Babaeski’de cami ve medresesini de yaptırıyordu. 1567 dolaylarında Van’da Hüsrev Paşa Camisi’nin yapımı sürdürülürken, Büyükçekmece’de Sultan Süleyman Kervansarayı ve köprüsünü bitirmek için uğraşıyordu. Benzer örnekler çoğaltılabilir. Bu yapıları Sinan’a bağlamak isteyince, İstanbul’da tasarlandıklarım, yerine gönderilen ya da orada bulunan mimar ve ustalar tarafından uygulandıklarım kabul etmek gerekmektedir.

Adı geçen kaynak eserlerin listelerine -yapım tarihleri göz önüne alındığında- Sinan’a ait olmaları olanak dışı görülen yapılar da alınmıştır. Bunları ya yazarların dikkatsizliklerine bağlamak ya da başka nedenler aramak gerekir. Adı geçen yapılar içinde, yapım tarihlerinin erkenliği yüzünden Sinan’ın tasarlamış olduğuna inanılmayacak olanlar vardır.

Bu yapılardan birisi Istanbul Yavuz Sultan Selim Camisi’dir. Tuhfet-ül Mimarin’in giriş yapmadığı açık olarak belirtilmekteyse de, aynı yapıtın liste bölümünde hem caminin, hem de medresenin adı verilmektedir. Caminin Yavuz Selim döneminde yapılmadığı bilinmektedir. Tarihler, yapının temelinin Kanuni Belgrad seferine çıkmadan önce 1521 Mayısında atıldığını, Kanuni Rodos seferinden dönmeden önce, 1522 yılı sonunda bitirilmiş olduğunu aktarmak tadır. 1521’de Sinan henüz Yeniçeri ocağına alınmıştı, bu yapıyı tasarlaması söz konusu olamaz. Ordu, Sinan’ın da katıldığı Belgrad seferinden 1521 yılı Ekim ayında dönmüş, 1522Haziramnda Rodos seferine çıkmıştır.

Sürekli tartışmalara konu olan bir başka yapılar topluluğu, Gebze’deki Çoban Mustafa Paşa Külliyesi’dir. Cami ve medresenin kapıları üzerindeki yazıtlar 1523-1524 tarihini taşımaktadır. Tuhfet-ül Mimarin’de külliyenin camisi, imareti, medresesi ve türbesi belirtilmektedir. Tezkeret-ül Ebniye ve Tezkeret-ül Bünyan’da ise yalmz cami, imaret ve medresenin adı geçmekte, türbeye değinilmemektedir. Bilindiği gibi külliyede bu yapıların yanı sıra bir telckeyle bir kervansaray da bulunmaktadır. Yavuz Sultan Selim Camisi’nde de belirttiğimiz gibi Mimar Sinan 1521 Belgrad, 1522 Rodos seferine katıldığına göre cami ve medresenin tasarımında çalışmış olması ihtimali zayıftır. Bu iki yapınm yazıtları 1523/1524 tarihleri taşıdığına göre, geriye türbe ve imaret kalmaktadır. Bu durumda külliyenin tamamlanması belirli bir zaman süreci içinde olmuşsa, bunda Mimar Sinan’ın katkısı bulunabilir. Yalnız tümünün tasarım ve uygulamasım yürüttüğünü tezkerelerin ışığında kabul etmek oldukça güçtür.

Mimar Sinan’ın yaşamı ve yoğun uygulamaları konusunda yukarıda yaptığımız açıklamaların ışığında; üzerinde kısaca duracağımız eserlerine Klasik Osmanlı döneminin ürünleri olarak bakacak, belirgin noktaları vurgulayıp fazla ayrıntıya girmeyeceğiz. Başlıbaşına geniş boyutlar içinde incelenecek nitelikler taşıyan külliyelerin özelliklerine, cami ve mescitleri ele alırken değineceğiz.



Camiler ve Mescitler.



Sinan’a ait camiler içinde verebileceğimiz ilk örneklerden birisi, 1535-1537 yılları arasında yapılmış, tek kubbeli bir cami, medrese, zikir yeri ve hamamdan oluşan Diyarbakır Ali Paşa Külliyesi’dir.
Bölgesel malzemenin ve özelliklerin varlığını duyurduğu bu yapıların yanı sıra 1536/1537 yıllarında yapıldığı ileri sürülen Şam’daki Hüsreviye Külliyesi’nin cami yazıtında 1545/1546 tarihi dikkati çekmektedir. Tek kubbeli bu camide renkli taşların kullanılması gene bu bölgeye özgü görünüşlerdir.
1538/1539 yıllarından kalma İstanbul Haseki Külliyesi, cami, medrese, sıbyan mektebi, şifahane ve imaretten oluşmaktadır. Külliye içinde ağırlık merkezi niteliği taşımayan cami, 1612 yılında genişletilmiştir.



Sinan’ın atılım yaptığı, anıtsal mimarinin, merkezi yapı denemelerinin ilk büyük örneğini verdiği eser, 1543-1548 yılları arasında tamamlanan Kanuni’nin oğlu Şehzade Mehmed adına yaptırdığı külliyenin camisidir. İstanbul’un görünümüne yeni bir boyut getiren Şehzade Camisi, dört ayağa oturan bir kubbe, bunlara bağlanan yarım kubbeler ve köşelerde küçük kubbelerle daha önceki benzer uygulamalara yenilikler getirmektedir. Burada dış-iç ilişkiler, dört yandan desteklenen büyük kubbe yeni atılımların belirtisidir. İlk kez ağır dış görünüşlerden soyutlanmış bir denemeye de tanık olunmaktadır. Ust yapının hareketliliğiyle alt kütlenin ağır görünümü arasındaki karşıtlık revaklarla hafifletilmiş, uyumlu bir akış sağlanmıştır. Bir bakıma bu yapıyla Osmanlı dini mimarisi belirli bir düzeye ulaşmış, yeni olanaklar sağlamıştır.


Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan’ın 1548 yılında tamamlanan İstanbul Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Külliyesi cami, medrese, tabhane, imaret ve sıbyan mektebinden oluşmaktadır. Külliyenin camisi biraz önce değindimiz Şehzade Camisi’nden bir noktada ayrılmakta ve üç yarım kubbeli bir deneme olarak karşımıza çıkmaktadır.


İstanbul’da 1551 tarihli Silivrikapı’da Hadım İbrahim Paşa Camisi, tromplu kubbesi, beş kubbeli son cemaat yeriyle yalın bir yapıdır. 1552 tarihli Gözleve’de Tatar Han Camisi, sınırlı boyutlar içinde İstanbul’daki Eski Fatih Camisi’nin plan şemasını tekrarlamaktadır. Ayrıca bu yapıda beş kubbeli bir son cemaat yeriyle minarelerin yerleştirilmesi dikkat çekicidir. 1553 tarihli cami, medrese, imaret, kervansaray, kütüphane, hamam, bedestenden oluşan, bir bölümü yıkılmış bulunan Tekirdağ Rüstem Paşa Külliyesi’nin camisi, tromplu tek kubbeli bir yapıdır. 



1555 tarihli Istanbul Beşiktaş Sinan Paşa Camisi’nde Mimar Sinan, bir bakıma Edirne’de Uç Şerefeli Cami’nin plan şemasını daha küçük boyutlar içinde tekrarlamaktadır. Bu yapıyla Mimar Sinan altı ayaklı camilerin ilk denemesini yapmaktadır. Ancak Uç Şerefeli Cami’nin aksayan yanlarıyla birlikte böyle bir tekrar düşündürücüdür. Ayrıca bu yapıda dikkati çeken nokta, avlunun aynı zamanda medrese olarak düzenlenmesidir. Bu tür bir değerlendirmeyi Mimar Sinan ilk kez burada denemektedir.



1550-1557 yılları arasında bitirilen, Klasik Osmanlı mimarisinin en önemli denemelerinden biri olan İstanbul Süleymaniye Külliyesi, geniş bir alana yayılan, kentin görünümüne yepyeni boyutlar getiren bir yapıdır. Dönemin ekonomik, sosyal yapısının bir simgesi olan bu külliyenin önemli yanlarından birisi, muhasebe defterlerinin bulunmasıdır. Bu defterlerden külliyenin yapım süreci konusunda çok ayrıntılı bilgiler edinilmektedir. Değişik amaçlı yapıların bir arada, arazinin olanakları içinde biçimlendirildiği Süleymaniye Külliyesi’nin camisinde Mimar Sinan, Şehzade ve diğer yapılarının ardından tekrar İstanbul Bayezid Camisi şemasına dönmektedir. Ortada bir kubbe, iki yönde yarım kubbeler, yanlarda değişik boyutlarda küçük kubbelerden oluşan caminin, geçmiş özümlemeleri de içerdiği görülmektedir. Bu yapıda ayrıca Şehzade Camisi’nden biraz farklı bir dış cephe dikkati çekmektedir. Benzer biçimde anıtsal avlu, organik olarak yapıya bağlanan minareler, her şey bir bütünlük duygusu içinde ele alınmıştır. Dönemin tüm sanatçılarının katkıda bulundukları bu yapıyla Mimar Sinan, ikinci büyük atılımını yapmaktadır.


1554-1558 yılları arasında tamamlanan İstanbul Topkapı Kara Ahmed Paşa Külliyesi’nin camisinde Mimar Sinan, Süleymaniye şemasından farklı, Beşiktaş Sinan Paşa Camisi’nde denediği altı ayaklı sisteme dönmekte, oradaki aksaklıkları çözüme kavuşturmaktadır.
Benzer diğer bir altı ayaklı deneme 1561 yılı dolayında tarihlendirilmesi mümkün İstanbul Fındıklı Molla Çelebi Camisi’dir.




1561/1562 tarihli İstanbul’da Eminönü’ndeki Rüstem Paşa Külliyesi’nin camisi, fevkant bir yapıdır. Yoğun bir ticaret merkezinde yer alan caminin altında depolar bulunmakta, merdivenlerle camiye çıkılmaktadır. Bu yapıda Sinan, dördü duvarda, dörtü bağımsız olmak üzere sekiz ayaklı bir sisteme, büyük ana kubbeyi oturtmaktadır. Altı ayaklı yapılara göre bu bir aşamadır. Yapının önündeki beş kubbeli bir son cemaat yerinden başka, ikinci bir revak girişi tamamlamaktadır. Türk mimarisinde zengin çinileriyle tanınan bu yapıyla, sekiz ayaklı camilerin Mimar Sinan tarafından altı ayaklı camilerin birlikte denendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca bu bölümün başında  belirttiğimiz gibi, Osmanlı mimarları işlevsel değerleri hiçbır zaman gözden uzak tutmamışlar, ticaret merkezine uygun bir yapıyla Mimar Sinan bunu ortaya koymuştur.

1563 yılında tamamlanan Konya Karapınar’ daki 2. Selim Külliyesi’nin camisi, tek kubbeli, önünde beş kubbeli son cemaat yeri, tek şerefeli minaresi bulunan bir yapıdır.


 http://archnet.org/library/images/thumbnails.jsp?location_id=14159
Gene aynı yıllarda 1562/1563 tarihinden kalma Erzurum’daki Lala Mustafa Paşa Camisi, ortada dört ayağa dayanan kubbesi, dört yanda dört yarım kubbesi, köşelerde küçük kubbeleriyle Şehzade ve üç yarım kubbeli Mihrimah Sultan Camilerinin plan şemasını tekrarlar.


1564 tarihli Lüleburgaz Sokollu Mehmed Paşa Külliyesi’nin camisi, tek kubbeli camiler içinde özel bir yer alır. Burada tek kubbeli yapının sınırlarının genişletilmesine tanık olunmaktadır. Caminin doğu ve batı yönünde birer kemerle genişletildiği, ayrıca buralara iki yandaki merdivenlerle çıkılan mahfiller yerleştirildiği görülmektedir. iJışarna aort kenarda yer alan köşe kuleleri yapıyı olduğundan ağır göstermekle beraber plastik bir değer de kazandırmaktadır. Çift sıra yalın son cemaat yeri dışında, avlu revaklarının arkasında medrese odalarının yer alması dikkat çekicidir.


İstanbul’da Mimar Sinan’ın özgün bir denemesi olarak nitelendirilebilecek cami örneği, Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camisi’dir. 1562-1565 yılları arasında tamamlanan, cami, medrese, türbe, çarşı ve hamamdan oluşan külliyenin camisinin ana mekanı tek bir kubbeden oluşmaktadır. Ayrıca belirli bir düzeye kadar çıkan yanlardaki üç küçük kubbeli mekânla yapı, içerde genişlemektedir. Büyük tek kubbenin köşelerine ağırlık kuleleri konmuş, kemerlerin içi de çok sayıda pencerelerle şekillendirilmiştir. Yalın bir plan şemasına sahip olmakla beraber, içerde ve dışarda değişik bir görünüşün varlığı sezilmekte, bir bakıma Mimar Sinan’ın yeni bir uygulamasıyla karşılaşılmaktadır.

1561-1565 yılları arasında yapıldığı sanılan Babaeski’deki Semiz Ali Paşa Külliyesi cami, medrese, hamam, kervansaray, dükkanlar ve -kesin olmamakla beraber- kütüphaneler meydana gelmekteydi. Bu yapılar topluluğundan ayakta kalan cami, Kara Ahmed Paşa örneğine yaklaşmakta, ikisi bağımsız, dördü duvarlarda olmak üzere altı ayağın üzerine oturan bir kubbeden oluşmaktadır. Biri tonoz diğer dördü kubbeli, önünde beş açıklıklı revağı bulunan bu örnekle, alt ayaklı yeni bir uygulamayla karşılaşılmaktadır.



1571-1572 yıllarında Istanbul’da Mimar Sinan’ın önemli bu uygulaması Kadırga Sokollu Külliyesi’dir. Mimar Sinan eğimli bir arazide, koşulları değerlendirerek, caminin avlu revakları gerisine medresenin odalarını yerleştirmiş, büyük dershanenin altından cami ve medreseye girişi sağlamıştır Ana eksen üzerindeki bu girişin dışında avluya yanlardan du girme olanağı vardır. Yedi kubbeli son cemaat yerinden sonra varılan caminin ana mekanını örten kubbe, altı ayak üstüne oturmakta, ayrıca yanlarda mahfiller bulunmaktadır. Sinan’ın altı ayaklı camileri içinde geliştirilmiş bir örnek olarak beliren bu yapının bir önemli yanı da, mimariyle bağdaştırılmış dengeli bir çini bezemenin varlığıdır. 16. yüzyıl İznik çinilerinin en güzel örnekleri mihrap duvarının orta bölümünü kaplamaktadır.



İstanbul Kasımpaşa’da 1573 tarihli Piyale Paşa Camisi ile Mimar Sinan, Erken Osmanlı döneminin önemli kentlerindeki büyük camilerin plan şemasını tekrar uygulama alanına getirmektedir. Mimar Sinan geleneksel şemayı kullanmasa da, kendine özgü görünüşler getirmesini bilmiş, altı kubbeli bu camiyi yanlara tonozlarla genişletmiş, mihrap ekseni üzerine minareyi yerleştirmiş, mihrap duvarı dışında üç yönde galeri ve revaklarla yapıyı değerlendirmiştir. Burada tartışılması gereken bir konu, Piyale Paşa’mn, yapının tasarımını etkileme payıdır. Geçmiş bütün mimari değerleri yeniden özümleme, onlara yeni boyutlar kazandırma kaygılarıyla dolu bir ustanın artık, 16. yüzyılın ikinci yarısında tekrar eski şemalara dönmesini bu etkiye bağlayabiliriz.

Payas’taki 2. Selim/Sokullu Mehmed Paşa Külliyesi’nin camisi, diğer yapılar göz önüne alınırsa ağırlık merkezi olma niteliği taşımamaktadır. Bu durum gerçekte Mimar Sinan’ın ana yollar üzerinde yaptığı bütün külliyelerinde de gözlenebilmektedir. Mimar Sinan genellikle yapılarının çoğunda hareket noktasını kullanım amaçlarına göre düzenlediğinden, külliyelerinde yapılar arasında dengeyi bu düşüncelerle kurmaktadır. Konaklama amacı birinci planda olması gereken Payas’taki külliyede, caminin sınırlı değerlendirilmesi doğaldır. Buradaki camide ilk bakışta gelişmiş bir zaviyeli cami tipini anımsatan görünüş egemendir. Ancak ortada bir kubbe, yanlarda çapraz tonozlar, köşelerde küçük kubbelerin yer alması, bir anlamda merkezi yapı denemelerinin küçük bir örneğiyle bizi karşılaştırmaktadır. Burada tek değişen yan, mihrabın iki yanındaki boşluklardır. Bu küçük örnekte bile Mimar Sinan araştırıcı bir kişilikte ortaya çıkmaktadır.



Mimar Sinan’ın dinsel mimari alanda ulaştığı en büyük düzeyi gösteren Edirne Selimiye Camisi, 1569-1575 yılları arasında yapılmıştır. Daha önce İstanbul’da Rüstem Paşa Camisi denediği sekiz ayağa oturan kubbe şemasını, Mimar Sinan bu kez anıtsal ölçülere çıkarmaktadır. Burada büyük sorun kubbe yüklerinin yere iletilmesidir. Kubbenin, dördü duvardan koparılmış sekiz ayağa oturtulmasıyla, yüklerin zemine iletilmesi küçük yapı elemanlarının yardımıyla gerçekleşmektedir. Böylece kubbeyle boyutsal bir düzeyde yarış edecek başka bir yapı elemanı anıtta mevcut değildir. Bir bakıma uzun gelişim, gene uzun aşamalardan geçerek kendini tek kubbede simgelemektedir. Yüklerin gerektiği biçimde dağılmasıyla dış iç ilişkilerin yeterince kurulması olanağı ortaya çıkmaktadır. Bu büyük merkezi kubbeyi dışarıda dört bir taraftan sınırlayan minareler, iç ve dıştaki simetriyi güçlendirmektedir. Ayrıntılarına inildikçe üzerinde durulması mümkün birçok özelliğin belirdiği bu kapıda, her şey anıtsal camide toplandığı için, Mimar Sinan çok sınırlı külliye elemanlarıyla çevresini düzenlemiştir. Bu yapı, bir bakıma işlevsel bir düşünceye dayanarak, kubbenin geometrik biçimi strüktürel eğiliminden merkezi mekân kavramına varılması yolunda, verilecek en somut örnek olarak ortaya çıkmaktadır. Mimar Sinan burada kubbe mimarisini en mantıksal sonucuna ulaştırmıştır. Böyle bir evrimi hiç bir mimarlık üslubunda bulmak mümkün değildir Selimiye gibi, İslam dünyasının yaratabileceği en ilginç ve olgun cami örneğini verdikten sonra Mimar Sinan bu konuyu burada noktalamış, küçüklü büyüklü örneklerde sürekli yeni denemelerini sürdürmüştür.

1576 tarihli Havza Sokollu Mehmed Paşa/Kasım Paşa Külliyesi’nin tek kubbeli camisi ve llgın’daki 1577 tarihli Lala Mustafa Paşa Külliyesi’nde kervansaray ve çarşı yanında sınırlı boyutlarda kalan cami, Mimar Sinan’ın sekiz ayaklı İstanbul Eminönü Rüstem Paşa, Edirne Selimiye örneklerjnin ardından denediği, altta mahzen ve dükkânların bulunduğu, fevkani bir yapı olan 1577 tarihli Azapkapı Sokollu Mehmed Paşa Camisi, 1579 tarihli İzmit Pertev Paşa Külliyesi’nin tek kubbeli camisi, yazıtı bulunmayan 1580 yılı dolaylarına yerleştirilebilecek tek kubbeli camilere yeni boyutlar getiren ilginç bir külliyenin içinde yer alan Eyüp’teki Zal Mahmud Paşa Camisi, mimari- doğa ilişkisini yeterince çözümleyen sınırlı boyutlar içinde düşünülmüş tek kubbeli 1580 tarihinde yapılmış İstanbul Usküdar Şemsi Paşa Külliyesi’nin camisi, İstanbul Bayezid ve Süleymaniye Camileriin plan şeması içinde Mimar Sinan’ın İstanbul Tophane’deki 1580 tarihli Kılıç Ali Paşa Külliyesi’nin camisi, tek kubbeli camiler içinde yeni denemelere bir örnek olarak 1581 yılında altı ayaklı sisteme uygun olarak yapılan İstanbul Toptaşı Atik Valide Camisi, 1585 yılında tamamlanan sekiz ayağa oturan bir kubbeden oluşan İstanbul Fatih’deki Mesih Mehmed Paşa Camisi, 1587-1591 yılları arasına konabilecek Diyarbakır’daki Melek Ahmed Paşa Camisi, Selimiye örneğinden sonra Mimar Sinan’nın geliştirdiği cami örneklerinin belli başlılarıdır. Bunların her birinde sınırlı ölçülerde kalsa da, Mimar Sinan gene de yenilikler denemeyi bilmiştir.


Mescitler
Cami örneklerinin dışında Mimar Sinan’nı tümü İstanbul’da olmak üzere 52 mescidinin adını biliyoruz. Ancak tarihleri belli ve özelliklerini koruyarak günümüze ulaşan örneklerin sayısı çok azdır. Bu yapılardan biri Karagümrük’de 1530 tarihli Uçbaş Mescidi’dir. 1542 tarihli Eyüp Davud Ağa Mescidi de tarihi belli, özelliklerini koruyan diğer bir yapıdır. Bunların dışında kesin yapım tarihleri bilinmemekle beraber özgün kimliklerini koruyan Silivrikapı’da Tekkeci Ahmed Çelebi Mescidi, Kasımpaşa’da Hasan Çelebi Mescidi, Beyoğlu’nda Menü Kethüda Mescidi ve Büyükçekmece’de Mehmed Paşa Mescidi anılmaya değer yapılardır. Bu arada yalnız minaresi kalmış olan, kendi adına yaptığı Yenibahçe’ deki Mimar Sinan Mescidi de sayılabilir. Anlaşıldığı kadarıyla bu yapılar kare veya dikdörtgen gövdeli, kagir duyarlı, ahşap çatılı yapılardır. Genellikle ahşap direklere oturan girişleri vardır.
Mimar Sinan’a bağlanan, onun başında bulunduğu Hassa Mimarlar Örgütü eliyle uygulanan cami ve mescitlerin tümü gözden geçirilirse, yalnız cami konusunda bile sürekli denemelerin varlığı dikkati çekmektedir. Bunların büyük bir bölümü daha önce imparatorluğun değişik yerlerinde denenmiş sınırlı yapılardır. Mimar Sinan tüm bu denenmiş örneklerden kalkarak, çağının mimari sözlüğünü kullanarak, yeni aşamalar yapma olanağını bulmuştur. Camiler konusun da biçimsel de olsa yapılacak bir sınıflandırma bile, ne kadar değişik uygulamanın var olduğunu gösterebilir.
Anadolu Türk Mimarisi, Prof.Dr. Metin Sözen, Dr.Zeki Sönmez, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, Görsel Yayınları.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder