Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Osmanlı Sanatı


Osmanlı sanatı İslam sanatı içinde başlı başına bir kategori oluş­turur. Mimarlık, seramik, kitap resimleme ve dokuma gibi ana sa­nat dallarında kendine has bir karaktere sahiptir ve bu sanat ürün­leri dönemin en güçlü imparatorluğunun muazzam maddi kaynak­larının bir kanıtıdır. Fakat Osmanlı sanatının hemen her alanında gözlemlenen bütünlük kişiyi duraksatır. Teknik olarak, üretilenle­rin çoğu en yüksek standartlarda mükemmel olarak üretilmiştir. Fa­kat uygulamadaki bu üstünlük zaman zaman eserin canlılığının kay­bolmasına neden olan soğuk bir akılcılığın gölgesinde kalır. Hatta bu mükemmelliğin sert ve ürkütücü bir yönü olduğu söylenebilir. Mimari dekorasyonda sıklıkla görülen sadelik veya parlak cilalı yü­zeylerin, biraz kısıtlı olan İznik dekoratif repertuvarı ile birleştiril­mesi buna örnektir. Osmanlı sanatının çoğunlukla statik olan do­ğası ve yüksek teknik kalitesi göz önüne alınarak denebilir ki, dev­let kontrolünün dönem sanatı üzerinde sürekli ve kararlı bir etkisi olmuştur. Bunun iyi tarafı, yüksek sayıda sanatçının istihdam edilmesi ve bunların eserlerinin en yüksek standartlarda olmasıdır. Fakat devlet kontrolünün bir fiyatı da vardır; bu da, merkezi olarak üretilen planların kolayca belgelenebildiği mimarlık alanında açıklıkla görülen, fakat diğer sanat alanlarında da gözlemlenen stan­dartlaşmadır. Paradoksal olarak, en üst düzeydeki sanatçılar daha az yetenekli olanlara nazaran daha az özgürlüğe sahiptir. Bunlar kendi seçimlerini veya açık bir pazarın taleplerini takip edebilecek bireylerden ziyade, saray görevlileridir.


Osmanlı mimarlığı tek ve merkezi bir fikre, kubbeli kare birime sarsılmaz bir sadakatle bağlı olması açısından İslam dünyasında ben­zersizdir. Bu ana tema Osmanlı döneminin en başında, on dördün­cü yüzyıl başlarına tarihlenen Söğüt'teki Ertuğrul Camisi'nde kendi­ni ortaya koyar. Bunu takip eden beş yüzyıl boyunca bu tema benzer­siz bir amaç birliği ile geliştirilmiştir. Denebilir ki, bu Osmanlı mimar­lığının belkemiğidir; bu tarzda meydana gelen tüm büyük değişiklik­lerde belirleyici olmuş ve etkisi ikincil alanlarda bile hissedilmiştir. Yapısal bir biçim olarak özünde barındırdığı sadelik, kubbeli kare bi­rimin, küçük veya büyük her boyutta, berraklık ve anıtsallıktan ödün verilmeden kullanılabilen ideal bir form olmasını sağlamıştır. Kubbeli payandalar, yarım kubbeler, portikolar, kubbeli revaklar, avlular ve minareler gibi yan unsurlarla da kolayca uyum sağlayabilmiştir. Böyle sağlam bir yapısal temele sahip olması, Osmanlı mimarlığının temel karakterini imparatorluğun çok sayıdaki eyaletinde, yapı malzemelerinde veya dekorasyonda   kullanılan yerel unsurlardan bağımsız olarak korumasını sağlamıştır. Cezayir'den Irak'a, Suriye'den Yemen'e, Osmanlı Türk mimarlığının kolaylıkla ayırt edilebilen tarzı varlığını hissettirir.


Kubbeli kare birimin İslam dünyasında Osmanlıların sahneye çıkı­şından çok önce başlayan uzun bir tarihi olduğu düşünüldüğünde, bu başarı daha da etkileyicidir. Fakat, örneğin İran mimarlığında, kubbeli kare 800 ve 1700 tarihleri arasında başlıca bina tiplerinde sıklıkla kullanılmış olmasına rağmen, hiçbir zaman Osmanlı geleneğinde olduğu gibi ana birim haline gelmemiştir. Suriye, Mısır, Mağrip ve Hindistan için de aynı şey söylenebilir. Kubbeli kare, bu bölgelerde portal, eyvan, çoksütunlu mekan, iki katlı cephe gibi, birbirine bağımlı olarak eşit  ağırlıkta kullanılan bir dizi mimari biçimden yalnızca biridir. Osmanlı  mimarlığında ise, diğer biçimler tamamen unutulmamakla birlikte ikincil düzeye itilmiş, böylece kubbeli kareye birincil konum verilmiştir. Bileşimi oluşturan unsurlar arasında, çok daha belirgin bir hiyerarşiye dayanan yeni bir denge kurulmuştur. Kubbeli kare, daha önceleri kullanılmadığı alanlan da işgal etmiş, buralarda da ana unsur haline gelmiştir. Böylece, yüksek avlu cephelerinin ye­rini bir dizi kubbe ile örtülü alçak revaklar, yani bir sıra kubbeli kare almıştır; aynı şey çoksütunlu mekanlar için de söylenebilir.

Bu tutarlılığın bazı sakıncaları da vardır. Esneklik yoksunluğuna, çizim tahtasında bulunan tek bir çözümün, inşaat alanının özellikle­ri göz önüne alınmaksızın uygulanmasına yol açabilir. Bu kadar bü­yük bir imparatorluğun getirdiği merkezileşme derecesi, bürokrasi­nin mimari tasarımda kuvvetli bir etkisi olmasına neden olmuş ve bu süreç, tekrar tekrar kullanılabilecek planları üretmekle yükümlü bir devlet dairesinin kurulması ile biçimlenmiştir. Bu sistem yerel mimarları merkeze bağımlı hale getirmiş, farklı eyaletlerdeki mimarların eserlerine, belki de arzu edilmeyecek bir bütünlük vermiştir. Çıplak tuğla mı yoksa sıva mı kullanacakları, tek renkli mi yoksa ablak duvar­lar mı inşa edecekleri gibi pratik konularda karar verebilmişlerdir. Mimari dekorasyonu uygulama konusunda görece olarak özgürdür­ler. Fakat mekanın şekillendirilmesi gibi önemli bir konuda -tabii ki bu tüm mimari faaliyetin kalbidir- dışarıdan empoze edilen parametreler içinde hareket etmek zorundadırlar. Böylece Akdeniz çevre de ve bunun ötesinde bin yıla yakın bir süredir canlılıklarını korumakta olan yerel gelenekler ciddi bir düşüş yaşamıştır. Bu bölge çoğunda Osmanlı öncesi gelenekler merkezi bir devletin yokluğun dan faydalanmış, eyaletler, hatta şehirler kendi mimari tarzlarını geliştirebilmişti. Bu durum kuşkusuz siyasi bağımsızlıkları ile bağlantılı idi. Ama sebep ne olursa olsun, kuvvetli yerel köklerden beslenen bu çeşitlilik inkar edilemez. Bu canlılık, biçim, yapı ve süslemeyi içeren geniş bir alanda sürekli değişim ve evrimin de kaynağı olmuştur. Ne yazık ki, Osmanlı fetihleri bu süreci sona erdirmiştir. Dahası, Osman­lı mimarisi özelliklerini açıkça ait olmadıkları yerlere götürmüştür. Cezayir'deki Balıkçılar Camisi gibi bir yapı, bir Mağrip manzarası içi­ne yerleştirilmiş, metropoliten bir Türk ithalidir. Siyasi anlamı, Hin­distan'daki İngiliz koloni mimarisinin anlamı kadar açıktır. Bu, kül­türel emperyalizmin işleyiş tarzıdır.

Osmanlı mimarisinin cami merkezli olduğu söylenebilir. Cami ya­pısının inkar edilemez prestiji, saray hâmiliğinin odaklandığı bina ti­pi olmasını sağlamıştır. Böylece tüm yeniliklerin en önce sergilendi­ği mekan olmuş, yeni fikirlerin kısa sürede ve en kutsal bina tipinin onayıyla yakılmasını sağlamıştır.

(...)
Avrupa sarayları tarzında   etkileyici boyutlarda binaların bulunmaması dikkat çekicidir. Gerçekten de, binaların pek çoğu küçük boyutludur ve bunlar simetriye ve ana eksenlere sahip bütüncül bir tasarım içinde bir araya getirilmemiştir. Atmosfer yer yer  resmî, yer yer evcildir. Topkapı Sarayı sultanın hem özel hem de kamusal  hayatı için kullanıldığından, bu doğaldır.



Osmanlı sanat dallarının en unlu ve popüler olanının, iznik sera­mik ve çinilerinin, ucuz ve mütevazı bir malzeme ile yapılmasında bel­li bir ironi vardır. Bunlar, İslam dünyasında üretilen seramikler ara-sında en ünlüleri ve imrenilenleridir.

İznik seramikleri ünlerini yal­nızca yüksek estetik ve teknik kalitelerine değil, aynı zamanda hem çinilerin hem de seramik parçaların büyük miktarlarda ve genellikle mükemmel durumda günümüze ulaşabilmesine borçludur. Dahası, 1000 ve 1200 yılları arasında İran dünyası ile bir karşılaştırma yapıla­cak olursa -bu dönemde en azından birkaç değişik tip sırlı seramik üretilmeye başlanmıştır- aradaki farkın, Osmanlı çömlekçilerinin ça­balarını tek bir yönde yoğunlaştırmalarında olduğu görülür. Burada devlet tarafından desteklenen ve mali kaynak sağlanan bir endüstri­nin hakimiyeti hemen hissedilir.




İznik seramik imalatı, dev boyutlar­daki üretimi geniş çaplı bürokratik ve maddi kontrol gerektiren resmi bir girişimdir. Üretim kotaları saptanmış, ücretler işçilerin özel ustalıklarına göre ayarlanmış, saray atölyelerinde hazırlanan desenler seramik parçaları ve çiniler üzerine uygulanmak üzere çömlekçi atölyelerine gönderilmiştir. Sarayın tekelinde olan seramikler Avrupa'nın her yerine ihraç edilmişti. İznik'in altın çağı on altıncı yüzyıl olmasına rağmen , bu tarz ve bu tarzın Suriye ve başka eyaletlerde üretilen çeşitlemeleri, varlıklarını en azından bir yüzyıl daha sürdürmüşlerdir. Kamusal mimaride de olduğu gibi, devletin güçlü ilgisi üretimin standartlaşmasına yaramış, çeşitliliğin azalmasına, üretimin artması­na neden olmuştur. İznik, yüksek kaliteli sırlı seramiklerin başlıca merkezi haline gelirken, başka eyaletlerdeki üretim merkezleri düşü­şe geçmiş ve bazıları tamamen yok olmuştur. Fakat tabii ki seramik üretiminin tek bir merkezde toplanması İslam sanatında yeni bir şey değildir.


Yakın zamanlarda yapılan araştırmalar, tipik İznik motiflerinin kom­pozisyonlarının gelişimini ve temel bir kronolojiyi ortaya çıkarmıştır. Bazı parçaların üzerinde Kur'an'dan alınma bir, iki, hatta üç satırlık yazılar, gemi betimleri, kuşlar, yılanlar, geometrik ve Çin kökenli de­senler bulunmasına karşın, iznik işlerinin, özellikle de çinilerin en se­vilen motifleri bitkisel motifler ve kolaylıkla ayırt edilebilen tüylü saz yapraklarıdır. Karanfiller, sümbüller, laleler ve başka çiçekler sonsuz birleşimlerle karşımıza çıkarlar. Bunlar kıble nişlerine yerleştirildiklerinde, mihrabı bir cennet bahçesine döndürürler. Renk paleti sınır lı ve son derece özgündür. Beyaz, açık ve koyu mavi, mor, canlı bir do mates veya kan kırmızısı kullanılmıştır. Bu renklerin çoğu hem ön hem de arka planda kullandır, İznik işlerinin en güzelleri, ünlerini bu renklerin saflığına ve kuvvetine borçludur. Bu endüstrinin ağır ağır zayıflaması, desenlerden çok renklerin bozulmasında gözlemlenir.

Osmanlı döneminde kitap sanatları, ilk olarak on beşinci yüzyıl son­larında Timurlular yönetimindeki İran'dan ve onların rakipleri olan Akkoyunlu Türkmenlerinden esinlenmiştir. Bazı kitap türlerinde, ör­neğin tezhipli Kur'an'larda ve manzum hikayelerin resimlenmesin-de, devraldıkları mirasın ötesine pek geçmemişlerdir. Fakat büyük öl­çüde kendi tarzlarını geliştirebilmişlerdir. Örneğin kitap resimleme­de, İslam sanatında neredeyse ilk defa olarak, tümüyle yeni dînî im­ge dizileri geliştirilmiştir. Bu, yüzlerce yeni imgenin yaratılması anla­mına geliyordu. 1558 tarihli Enbiyânâme (Peygamberler Kitabı) bu tü­rün ilk öırneklerinden birini teşkil eder, fakat en yüksek mevkiyi Hz. Muhammedin hayatını anlatan ve Müslümanlığın kurucusunu yüzü­nü kapatan beyaz bir peçe ve ateşten dev bir hâle ile resmederken ne­redeyse dinsel bir yoğunluğa ulaşan, altı ciltlik Siyer-i Nebi alır (1594). Kudüs'ün ve Arabistan'ın kutsal şehirlerinin Fütûhü'l-Haremeyn isim­li resimli rehberleri, on alımcı yüzyılda yaygınlaşmıştır. Soyutlamacı eğilimleri, birden fazla bakış açısının temsil edilmesinde ve mekan­sal ilişkilerin doğru resmedilmesine önem verilmemesinde gözlemle­nebilir; fakat bu resimler bir karikatür bandının parlak renklerine ve açıklığına sahiptir.




Dönemin resimli yazmalarının çoğunu oluşturan din dışı resim ala­nında da önemli gelişmeler olmuştur. Bunların kaynağında belki de İslam sanatında daha önce görülmeyen derecede bir gerçekçilik ar­zusu yatmaktadır. Harîrî'nin Makamat'ının on üçüncü yüzyılda yapı­lan resimleri günlük hayata hicivli bir ayna tutuyordu. Timurlu döne-minde üretilen Zafernâme ve muhtemelen kaybolmuş olan Cengiznamede, bu hükümdarların askeri başarılarını serbest bir epik tarzında anlatıyorlardı. Fakat Osmanlı ressamları bu konulara döndükleri za­man bir günlükçü veya gazeteci gibi yaklaşarak, başlı başına bir tür yaratmışlardır. Bu süreç, 1525 civarına tarihlenen manzum Selimnâ-me ile mütevazı bir şekilde başlamış, fakat 1558 civarında Arifi'nin Süleymannamesi ile zirveye erişmiştir.



Bu manzum tarih, Osmanlı sefer­lerinin başarılı ve nadir de olsa başarısız noktalarını sabırla anlattı-ğından, daha çok bir haber bültenini andırır. Kuşatma ve çarpışma anlatımları genellikle iki sayfadan uzundur. Bunlar bazen resimli bir Zigetvar seferine (1568-69'da yazılmıştır) veya 1534 ve 1536 yılları ara­sındaki Irak ve Batı Iran seferi gibi, yalnızca bir askeri sefere adanmış­tır. Bu ikinci sefer, 1537'de Matrakçı Nasuh tarafından hazırlanan, 128 topoğrafik resim içeren ve temelde bir seyahat rehberi olan bir yazmanın konusunu teşkil eder. Aynı ressam, Sultan Süleyman'ın Ma­caristan seferini ve amirali Barbaros'un, her ikisi de 1543 yılında ger­çekleşen seferlerini de kaydetmiştir. Bu elyazmalarında şehir resim­lerine de sık sık rastlanır. O dönemde önemli şehirlerin Avrupa'da moda olan tahta baskı gravürlerinden etkilenmiş olabilirler. Ama ay-nı zamanda çarpıcı bir güncelliği de olan bu eserler, imparatorluğun giriştiği seferlerin, savaşın sona ermesinden hemen sonra hazırlanan detaylı, zengin resimli belgelerdir.

II. Bayezid, Kanuni Sultan Süleyman, Selim ve III. Murad gibi belli bir sultanın hükümdarlığını anlatan resimli nazım tarihler de ha­zırlanmış, aynı şekilde Osmanlı hanedanının resimli tarihleri yazıl­mıştır. 1582 tarihli Surnâme gibi, Osmanlı toplumunu hareketlendi­ren çeşitli şenlikleri anlatan tarihler de bu türe aittir. Fakat, Osman­lı resminde, bütün renkliliğe ve detaya rağmen, eksik bir şey vardır. Osmanlı ressamlarının açıklıkla gözlemlenebilen özgürlükçü eğilim­leri (Osmanlı resminde detaylı haritaların bulunması bu eğilimin birbir ürünüdür) çalıştıkları alanın kuralları ile uyum içinde değildi. İran resminde çok uzun bir dönem boyunca sürekli daha da incelik kazanan bukurallar, gerçek dünyayı belli bir mesafede tutmak ve doğayı resme dönüştürmek üzere tasarlanmışlardı. Bu nedenle İranlı ressam­ların resimlerini anlamak için hayalgücüne ihtiyaç vardır. Bu imgele­rin çoğu toptan Osmanlı resmine devşirilmiş, fakat bu süreç içinde bu resimlere derinlik ve nüans kazandıran figürler arası bağlantılar veya figürlerin onları kuşatan doğa veya binalarla olan ilişkileri gibi konularda çok şey kaybedilmiştir. Osmanlı resminin kalabalık imge­leri yüzeyi tasvir ederler ve bunu oldukça detaylı bir tarzda yaparlar. Fakat açıkladıkları pek az şey vardır. Bina grupları, insanlar, hatta renkler, kompozisyonlar içinde bloklar halinde ele alınır ve bütün detaylara karşın, bu kalabalık sahneler incelik ve esneklikten yoksun­dur. Seyirci, bu resimler metreyle yapılıyormuş hissine kapılır. Fakat Osmanlı resminin en iyi örnekleri, Costanza da Ferrara ve Fatih Sul­tan Mehmed'in kendine güvenen, düşünceli bir aydın olarak hatır-lamaya değer bir resmini yapan Gentile Bellini gibi İtalyan Rönesans ressamlarının da etkisiyle üretilen, İran geleneğine hiçbir şey borçlu olmayan bir dizi mükemmel portredir. Bunlarda çizgi üzerindeki hakimiyet, pozlarda ve renklerde görülen bir dizi yenilik, hü­kümdarların hem özel hem de kamusal kişiliklerini yansıtır.




Türk kitap ciltleri, özellikle de 1430 ve 1510 yuları arasında üreti­lenler, görsel estetikleri yönünden bu döneme  ve daha önceye tarih-lenen Arap ve İranlı benzerlerinden ayrılırlar. Bu dönemde Osman­lı saray mücellitleri, daha önceki geleneğin tüm yüzeye yaydığı ge­ometrik ve bitkisel desenleri bir kenara bırakarak, merkezi bir madal­yon ve köşe parçalarından oluşan yeni bir desen tasarlamışlardır. Bu unsurların ve bordürlerin oranlarına bağlı olarak ana alanın boyu de-ğişebilirse de, birçok cilde hakim olan özellik, huzurlu bir boşluktur. Kuvvetli renkler kullanılması bu alanın hiçbir zaman nötr olmaması­nı   ğlar. Bu boşluğun titizlikle saptanmış noktalarına, onu hareket­len diren kartuşlar veya madalyonlar ve köşe parçaları yerleştirilir. Os-ma lı mimarlığında da olduğu gibi, her şey uzun bir deney ve göz-lem dönemine bağlı eşsiz bir oran duygusunun kontrolü altındadır. Dekoratif unsurların böylesine tatmin edici bir şekilde yerleştirilme-si, belki de matematiksel hesapların ürünüdür -İslam mimarisinde ve kitap resimleme sanatında sıklıkla kullanılan oran düzenleri burada da belirleyici etken olabilir.


Osmanlı mücellitlerinin temel repertuvarını oluşturan renkli deri, telkari, kartuş gibi özellikler İran'dan gelmekle beraber, İran tarzın­da bir saray kütüphanesi oluşturarak, son derece yoğun bir çalışma ile, bu unsurları da içeren kendi tarzlarını geliştirmişlerdir. Belki de Osmanlı standardarında görülmemiş boyutlara sahip olan İstanbul'da­ki Fatih Camisi projesi ve karmaşık yapıları ile Türk halı tasarımında bir sıçramayı temsil eden en erken Uşak halıları gibi, bu atölyenin ba­şarısı Konstantinopolis'in düşmesinin yarattığı iyimser atmosfere bağ­lanabilir. II. Mehmed'e adanmış doksan kadar elyazması günümüze ulaşmıştır. Müslüman hükümdarlar arasında bir rekor teşkil eden bu yüksek sayı, saraya ait bir ciltçilik tarzının hızlı gelişiminin gösterge­lerinden biridir. 1450-1500 yılları arasında yapılmış veya bu döneme tarihlenen cilltler, bu dönemde üretilmiş başka objeler konusunda da ipuçları sağlar. Özellikle de bu dönemden hemen hemen hiç doku­ma, seramik ve metal işi kalmadığı düşünülürse, bu bilgilerin kıyme­ti daha iyi anlaşılır. Bu ciltler üzerindeki süslemenin detayları kadar ruhu ve yapısı, 1453'ü takip eden dönemde Osmanlı sanatını tanım­layan neslin kıstaslarını yansıtır. Klâsik bir denge, çabasız ulaşılmış görünen bir uyum, (farklı bir ortamda üretilmelerine rağmen şaşır­tıcı bir biçimde Robert Adam'ın tarzını müjdeleyen) saf detaylar, do­ku ve renk karşıtlığının oluşturduğu ince zenginlik, bu ciltlere eşsiz bir başarı ve parlaklık verir.

Çok sayıda on altıncı ve on yedinci yüzyıl Osmanlı dokuması, üs­telik eksiksiz kıyafetler halinde, günümüze ulaşmıştır. İslam dünya­sında Osmanlı öncesi döneme ait dokumalar da oldukça yüksek sa­yıdadır, fakat bunların hemen hemen tümü eksik parçalardır. Bu nedenle, dokuma desenleri ve teknikleri üzerine oldukça fazla bilgi vermelerine rağmen tarihi hakkında sunabilecekleri şeyler oldukça  kısıtlıdır. Bu parçaların geniş bağlamı yok olmuştur. Bu karamsar tablo Topkapı Koleksiyonları sayesinde Osmanlı döneminde birden bire değişir. Bütünüyle korunabilmiş otağlar bile mevcuttur. Sultana ait ipek kaftanlar   yalnızca birer defa kullanı­lıp hazineye kaldırılmış, bu iş için özel bir yetkili görevlendirilmiştir. Resmi protokol, giysilerin sık sık değiştirilmesini gerektiriyordu. Bu durum kıyafetlerin yıpranmasını engellemiş, korunabilmelerine karşı en büyük tehlike ise depolama şartları olmuştur. Doğal olarak, müze standartlarında bir koruma söz konusu değildi; yine de koru-nabilen giysi türleri tatmin edici sayıdadır. Fakat açıktır ki, bütün giysiler muhafaza edilmemiş ve koleksiyonun sık sık ayıklanması ge­rekmiştir. 2500'den fazla dokuma mevcuttur ve bunların 1000'den fazlası kaftandır.



Bunlar yalnızca hükümdarlar tarafından giyilmi­yor, aynı zamanda İslam dünyasının eski bir geleneğinin devamı ola­rak, yabancı elçi ve hükümdarlara hediye ediliyor, ayrıca yüksek rüt­beli memurları onurlandırmanın bir yolu olarak da kullanılıyordu. Topkapı koleksiyonlarında çok çeşitli işlemeler de bulunmaktadır. Bunlar deri pabuçlar, köpekbalığı derisinden yapılmış kutular, cilt­ler, maşrapalar, pek çok mendil, hanedan kadınları için saç kurde leri ve başörtüleri, eldivenler, kuşaklar, keseler, yorgan kılıfları, bel ge veya Kur'an mahfazaları, yastıklar ve eyer, kalkan, sadak, yay kı lifi gibi askerlik ve avcılık gereçlerini içeren, birbirinden son dere ce farklı amaçlar için yapılmış eşyalardır. Altın iplik kullanılan da ha pahalı işlemeler (zerduz) sarayda çalışan uzmanlar tarafından yapılır, diğer tür işlemeler genellikle evlerinde çalışan kadınlar rafından üretilmiştir. Yer örtüleri arasında yalnızca geleneksel ola rak ağır koşullarda kullanılan halılar değil, aynı zamanda brokarlı satenler ve kadifeler de vardır. Bazen, bir şehzadenin atının önüne, üzerinde ilerlemesi için ipek serilir -bu gerçek bir "kırmızı halı mu-amelesi"dir. Tahtlar, divanlar, tahtırevanlar da özenle işlenmiş do­kumalarla kaplanmıştır.



Dokuma endüstrisinin boyutları o derece büyüktür ki, Bursa'nın başşehir olduğu erken Osmanlı döneminden itibaren yakın devlet de-netimi gerekmiştir. Bu denetim, ipek ithali, üretim ve fıyatlandırma kontrolünün çok ötesindedir, çünkü kaliteli Osmanlı dokumaları bü­yük miktarlarda Avrupa'ya ihraç edildiği için, bunlar Osmanlı ekono­misi ve devleti için önem taşımıştır. Kalite kontrolü bu nedenle çok önemliydi. Terziler, dokumacılar, ipek ipliği eğirenler, desen tasarla­yanlar, metal iplikleri üretenler ve diğer uzmanlar loncalarda örgüt­lenmiş, ücretleri merkezi bürokrasi tarafından saptanmıştır. Devlet kontrolü altinda olanlar yalnızca saray atölyeleri değildir. Hile yaptı-ğı saptananlar cezalandırılmıştır. 1564 tarihli bir fermanda, tam da bu nedenle İstanbul'da altın ve gümüş iplik kullanarak dokuma üre­ten atölyelerin üçte ikisinin kapatılması emredilmiştir. Saray harca­malarına ait belgelerde, zanaatkarların ayni ve nakdi olarak ne ücret aldıkları, hatta kullandıkları malzemelerin fiyatları kaydedilmiştir. Bunlar bağımsız zanaatkarlar veya ev temelli bir endüstriyi işleten ken­di kendine oluşmuş gruplar değildi. Bu dev boyutlu devlet işletmele­rine hizmet veren sanatçılar gerçekte devlet memuru olduklarından, tabii ki devletin koşullarına uymak zorunda idiler. Takip edilmesi Takip edilmesi gereken bir saray tarzı olduğu açıkür ve bu tarz, hâtâyî (Kataylı, yani Çinli) veya testere dişli yaprakları ile saz (saz kalem veya kızıl çiçek) tarzını, rumi ("Rum" tarzı spiral şeklinde arabeskler), çintemani (üç nokta ve çizgilerin birleşimi) ve sivri kemer gibi bazı motifleri mükemmelliğe eriştirmiş olsa da, geniş ölçekli deneyleri teşvik etmemiştir.
http://jefferson.village.virginia.edu/~jmu2m/gp/
Ayrıca, dokumalar, birçok uzmanlık dalını içeren lüks zanaatların yalnızca biridir. Hükümdar kıyafetlerinin en küçük aksesuvarı bile pahalı, hatta bazen tuhaf malzemelere ve titiz, ince detaylara duyu­lan düşkünlüğü sergiler. Bu tür objelerin yalnızca Osmanlılara özgü bir zevkin ürünleri olmayıp, İslam dünyasının daha erken tarihli ha-nedanlarınca da kullanıldıkları ve yüksek sayılarda objenin koruna-biimesinin, İstanbul'un hiçbir zaman yağmalanmamasına bağlı ol­duğu düşünülebilir. Çünkü, bir yağma esnasında ilk el konulacak olanlar bu tür eşyalardır. Yalnızca kronoloji ve tarz anlamında değil, genel şekilde tipolojik olarak da benzerlerinin bulunmaması, bu anlı sanatını değerlendirmeyi iyice zorlaştırır. Sedefli kemerle­ri, türban süslerinin, Kur'an mahfazalarının, deri mataraların, sadakların, hasır işli kalkanların, altın kakmalı çelik aynaların, mücev­herli altın asaların, fildişi tokaların, yeşim kupaların ve aralarında şa­heserler kadar zarif ıvır zıvırın da bulunduğu daha birçok lüks obje­nin ne açıdan özellikle Osmanlı olduğunu belirlemenin, tarz çözümlemesinden başka bir yolu olabilir mi? Fakat asıl mesele bu değildir. Hem Osmanlı üretimini hem de yüzyıllar boyunca başka devletler­den gelmiş olan hediyeleri içeren bu malzemenin önemi, Müslüman bir sarayda yaşanan hayat ve törenler için eşi bulunmaz bir görsel bağlam sunmasıdır.
Çağlar Boyunca Türkiye Sanatının Ana Hatları, Doğan Kuban, Remzi Kitabevi

16. yüzyılın ortalarına doğru Osmanlı İmparatorluğu artık bulunduğu çağın en büyük imparatorluklarından biri, belki de en büyüğü olma yolundaydı. Siyasal açıdan bu hızlı büyümenin yanı sıra, başta mimari olmak üzere her dalda yeni atılımlar imparatorluğun varlığını yaşatacak niteliklere bürünmeye başlamıştı. Özellikle mimari alanda birbirini izleyen anıtsal nitelikte yapılar gözden geçirildiğinde hemen ilk anda Osmanlı sultanlarının etkinliği ortaya çıkmaktadır. Sultanlar, imparatorluğun büyüklüğüne uygun, onu mimari alanda simgeleştirecek özelliklerle yüklü eserlerin yapımına önayak olmuşlardır. Bu simgesel nitelikteki eserlerle, özellikle camilerle, sultanlar bir yandan Tanrıya bağlılıklarını belirtirken, diğer yandan kendi varlıklarının da duyurulmasına yol açıyorlardı. Birçok yapıda, o yapıyı yaptıran sultanın varlığının yapıyla eşdeşleşmesi boşuna değildir.
 Sultanların dışında dönemin ileri gelenleri de sultanların yolunu izlediler. Başta dinsel isteklerin simgesi cami olmak üzere, değişik işlevli yapıların, bunlara bağımlı, bağımsız diğer sanatların, bu yüzyılda doruk noktasına ulaşmasına olanak sağladılar. Gerçekten yalnız mimaride değil, çini, maden , cam eşya, hat, tezhip, minyatür vb. sanatlar gözden geçirildiğinde benzer tutumlarla karşılaşılır. Bu, imparatorluğun üst düzeyindeki kişilerin desteğinde ve öncülüğünde gelişse de, imparatorlukta değişik sanat kollarında üretilenler kısa zamanda toplumun malı kılınmaya çalışılmıştır. Konusunu ettiğimiz mimari, bu alanda açık örneklemeye olanak sağlamaktadır. Değişik işlevli yapılara baktığımızda bunların toplumun isteklerine yanıt verecek düzende planlandığı ve uygulandığı görülür. Özellikle büyük külliyelerde caminin çevresinde eğitim, konaklama, sağlıkla ilgili yapıların oluşturulması, bu konuda tanıklık etmektedir.

16. yüzyılda Osmanlı toplumunda yalnız dinin isteklerine yanıt verilmemiş, günlük yaşamın bütün gereksinmeleri gerçekçi bir açıdan ele alınmaya çalışılmıştır. Gerçekten mimaride strüktürel ve işlevsel sınırlar içinde kalınmış, bunlara bağlı olarak geliştirilen diğer bezeme sanatlarında da hiçbir abartmaya olanak verilmemiştir. Osmanlı mimar ve ustaları özellikle işlevsel isteklerin üzerinde durmuşlar, Selçuklu ve Beylikler döneminde gözlediğimiz büyük bir titizlikle ortaya konan bezeme işçiliğinden uzak durmuşlar, onu yalınlaştırmışlardır.Bu yalnız mimaride karşılaşılan bir durum değildir. 16. yüzyıl minyatür resmi kısaca gözden geçirilirse, Osmanlı minyatürlerinin ne denli gerçeklere yaslanma eğilimi içinde olduğu açıkça görülür. Bu bir bakıma karşımıza Osmanlı dünya görüşü olarak çıkmakta, gerçekçi tutumu her yerde geçerli kılmaya yönelmektedir.

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u alması, imparatorluğun yeni boyutlara ulaşmasıyla doğu-batı dünyası bir noktada kesişmiş ve yeni bir imparatorluk bilinci doğmaya başlamıştır. Bu durum kültür ve sanata da yansımış, artık yalnız doğu kaynaklarıyla beslenmekle yetinilmemiştir. Başkentten üretilen her türlü yenilik, imparatorluğun uzanabildiği noktalara dek götürülmeye çalışılmıştır.

Anadolu Türk Mimarisi, Prof.Dr. Metin Sözen, Dr.Zeki Sönmez, Anadolu Uygarlıkları Ansiklopedisi, Görsel  Yayınları.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder