Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Osmanlı Tasvir Sanatları

Osmanlı Sanatı, genellemeler ile geçiştirilebilecek, tek boyutlu yaklaşımlara konu edilebilecek kadar türdeş bir yapıda değildir. Biz yaptığımız alıntılarla görünümleri bir arada sunma çabası içindeyiz. Osmanlı “tasvir sanatları” üzerine oylumlu çalışmalar ortaya koyan Metin And’ın, Minyatür adlı yapıtının giriş bölümünden seçtiklerimizle genel bir özet sunmayı amaçladık. 

Osmanlı Tasvir Sanatları
'Tasvir Sanatları için bir açıklama yapmak gereği var. Önce neden "resim" değil de, "tasvir" Bu, başka sözcüklerin yanı sıra Osmanlıların kullandığı bir terimdir. Burada yalnız kâğıt üzerine yapılanları değil, çeşitli maddeler üzerine yapılan resimleri de ele almayı amaçlıyoruz. Bir resim soyut da olabilir; oysa tasvirin "figüratif" anlamı vardır. Özellikle canlı varlıkların, doğanın ve binaların resimleri gibi. Burada bir model üzerine benzetmece sanatları söz konusudur. Tasvir sözcüğü günümüzde de kullanılır. Örneğin, Türk tasvir sanatlarının en seçkin türlerinden biri olan Karagöz'deki deriden kesilmiş, boyanmış figürlere, tasvir denir. İkinci önemli neden, "musavvir" sözcüğüdür. Osmanlılar, ileride inceleyeceğimiz gibi, ressam karşılığı çeşitli sözcükler kullanmışlardır; bunlar arasında en çok geçen, tasvir yapan anlamında "musavvir" sözcüğüdür.
Bir de neden tasvir sanatı değil de, çoğul olarak "sa­natları" dendiğini de açıklamak gerekir. Bu giriş kesiminde ele alınan, her biri kendi başına bir sanat türü olan değişik maddeler, işlevler de kullanım bakımından farklı sanat türlerinde tasvirleri ele aldığı için çoğul kullanılmıştır.
(…)
Türkiye'de değişik sosyal çevrelere bağlı olarak üç ayrı sanat biçimi gelişmiştir: I. Kırsal yörelerde, köylerde gelişen köylü sanatı; 2. Taşra sanatı; 3. Merkezi, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan kent ya da metropol sanatı. Nitekim bu kitabın konusunu oluşturan minyatürler, çarşı ressamı, bu sonuncu kesime girmektedir. Önce bu üç ayrı sanat geleneğinin gelişimine ilişkin birkaç açıklama gerekiyor. Birkaç yüzyıl birbirinden tümüyle farklı uygarlıklarla kucak kucağa yaşayan Anadolu köylüsü, bir yandan Orta Asya'dan getirdiği, öte yandan da Anadolu'da tarih boyunca yaşamış uygarlıklardan edindiği kalıta karşın özelliğini koruyabilmiştir.

Köylü sanatının en belirgin özelliklerinden birisi, kent insanının güzeli amaçlayan, daha ince sanat ölçülerini dışlaması ve daha değişik ortamlarda, daha değişik amaçlarla gelişerek, kent sanatından tümüyle farklı olmasıdır. Köy sanatı, estetikten çok yararcılık amacıyla gelişirken, kentsel topluluklarda giderek artan, gelişim sağlayan güç, ayrıcalıklı kent insanını, sanatçıların katkısıyla, amacın daha çok estetik olduğu ince bir sanat biçimine yöneltir. Oysa köylü sanatı, belirli bir işlev yerine getirmek, kişiler arasında iletişim sağlamak gibi dolaysız ve daha özel bir amaca yöneliktir. Köy kadınının, kendisi ya da ailesinin bireyleri için yaptığı elişinin, dokuduğu kilimin, diktiği dikişin işlevsel bir amacı vardır.

Örnek olarak çiçeklerin dilini alalım. Kırsal yörelerde çiçekler sözcüklerin simgesidir. Her çiçek, her çiçek rengi özel bir anlam taşır. Giysileri süsleyen işlemelerin de hemen hemen tümü çiçek motiflidir. Örneğin kimi yörelerde sümbül, sevgiyi ve mutluluğu; mor sümbül, seven bir genç kızı; pembe sümbül, nişanlı bir genç kızı; beyaz sümbül, doğruluğu ve bağlılığı simgeler. Gelinler, kimi yörelerde başlarına karanfil işlemeli başörtüsü, kimi yörelerde gül işlemeli başörtüsü takarlar. Gül, genç kızlara özgü bir çiçek, yabangülü ise kocası yaban ellere giden kadını tanımlayan bir simgedir. Sevdiğiyle evlenecek kız badem çiçekleri takar. Kimi köylerde, evliliğin ilk günü gelinin giydiği şalvar çiçekli kumaştan yapılır.

Bu gibi simgelerin yanı sıra, köy sanatında daha önemli bir yer tutan, kırsal kesimde yaşayan köy insanının, gelenekleri, dinsel inançları, alışkanlıkları, özellikle günlük yaşam döngüsüyle ilgili olarak geliştirdiği eşyalardır. Bunlar, birtakım temel işlevleri yerine getiren gereçler olarak, bir bakıma "yararcıl" nesneler olarak tanımlanabilseler bile, bu "yararcılık" düz anlamda bir yararcılık değildir. Önemli olan bu nesnelerin, işlevlerinin yanı sıra taşıdıkları simgesel içeriktir. Örneğin muskalar, masklar, nazar boncukları gibi çeşitli nesneler bol hasat, hayvanların döllenmesi, sevginin karşılıksız kalmaması, doğumun kolayca ve hayırlı olması, amansız bir hastalığa çare bulunması, kıskançlık, öç alma isteği, vb. değişik duygu ve dileklerin gerçekleşmesinde çok önemli anlam ve işlevler taşır.

Köylü sanatı, bulunduğu yörenin ulaşım güçlüğü nedeniyle dışarıdan etkilenmediğinden, kendi yöresel özelliklerini geliştirerek daha geleneksel kalabilmiştir. Köylü sanatı temel olarak bir kent dışı sanat biçimidir. Buna karşılık taşra sanatını etkileyen ikinci öğe, büyük kentlerdeki güncel sanatsal beğenilerden yola çıkarak kendi bölgesine özgü bir üslup yaratılmasıdır. Ticaret, iletişim, kentleşme ya da Osmanlılarda görüldüğü üzere, taşraya vali olarak atanmaları gibisinden, bir sanat biçimini başka yörelere aktaran olaylar, bu yörelerin insanında kent kültürüne karşı özen yaratmıştır. Büyük kentlerden gelen devlet adamlarının ya da yörenin zengin ve güçlü kişilerinin beğenisi, kent sanatına olan özentileri doğrultusunda geliştiğinden, taşra sanatı kent sanatı karşısında bir ölçüde de olsa aşağılık duygusu içinde, özgünlükten yoksun kalmıştır. Başta Topkapı Sarayı Müzesi olmak üzere, birçok müzede bu sanat biçimini yansıtan pek çok minyatüre rastlıyoruz. Sarayın sanatsal yaşamına özenen taşra toplumu, ne köy ne de kent sanatı yaratabilmiştir. Taşrada sanatın koruyucuları, zamanla saraydan uzaklaşan soylularla, kökenleri, beğenileri temelde köy kültürüne dayansa da, bunu bilinçli olarak yadsıyan zenginler ve orta sınıftır ki, bunlar yine de köylü sanatının oluşmasından sorumludurlar. Kasaba sanatının en değerli ürünleri bile, genellikle köy sanatı niteliği taşıyabilir.
İstanbul'da (Osmanlı başkenti oldukları dönemlerde Bursa ve Edirne'de) gelişen kent sanatına gelince; bu sanat, saray nakkaşlarının yaptıkları resimlerle çarşı ressamlarının yaptıkları resimler olmak üzere iki ayrı ortamda oluşmuştur.

Köylü sanatı, taşra sanatı, kent sanatı dışında dördüncü bir sanat biçimi de, apayrı bir ortam ve çevrede, değişik amaçlarla oluşup uygulanan, kentsel ve kırsal yörelerdeki tarikatlarca geliştirilen büyüsel-dinsel tekke sanatıdır. Daha önce de belirttiğimiz gibi işlev, biçim, sosyal yapı ve yöresel konum gibi özelliklerindeki ayrılık nedeniyle, birinci ve üçüncü sanat geleneği birbirlerinden bağımsızca geliştikleri için, aralarında en ufak benzerlik yoktur. Ancak, kimi durumlarda aralarında birtakım dolaylı etkileşimler söz konusu olabilir. Örneğin, özellikle 15. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar düğünlerde, sünnet düğünlerinde gezdi­rilen süslü ağaçların ya da simgesel "tyrsu” uzantılarına günümüzde Anadolu'nun köylerinde rastlanmaktadır. Bu gelenek, Anadolu'da günümüze kadar Osmanlıların verdikleri adla, "nahıl" sözcüğü ya da "gelbere", "düğün bay­rağı", "toğlar", "yom", "şah" gibi sözcüklerle gelmiştir. Burada, amacı büyüsel olan bir yaygın köylü uygulaması ola­rak, tasvir sayılabilecek bebekler de yapılmaktadır.

Kökeni Orta Asya'ya dayanan büyüsel bebeklerin Ana­dolu köylerindeki kalıntılarından en yaygın olanı, yağmur duası için yapılan "Yağmur Bebeği'dir. Yağmur Bebeği, genellikle çapraz olarak bitiştirilmiş iki çubuktan yapılmakta, üzerine giysiler giydirilmekte, başına örtü takılmaktadır. Yöresine göre bu bebeğe, "Gelin", "Çaput Adam", "Kepçe Kadın", "Çömçe Gelin", "Kepçecik", "Bodi Bostan", "Gelin Gok", "Kepçe Başı", "Su Gelini", "Kodu Gelin" gibi adlar verilir. Köyden köye değişen bu geleneğe göre, genellikle bebeği köy çocukları yapıp üzerine su serperler, türkü ve tekerlemelerle ev ev, kapı kapı dolaştırırlar. Evlerin damından bebeğin üzerine su atılır, çocuklara yiyecek verilir.

Sanat, dinsel inançlardan kaynaklandığında ya da amacı dinsel olduğunda, geçmişe dayanan bir düşünce, giderek simgesel tasvire dönüşen bir sanatsal formüle indirgenir. Tıpkı sanatın, temelde ince bir düşüncenin sanat­sal bir formül ile biçimlendirilmesi gibi. Geçmişte kuramsal ve soyut sayılan kavramlar da, salt sanatla daha devinimli ve insancıl bir biçime dönüştürülebilir. Genellikle çarşı ve saray çevrelerinin hemen dışında, dinsel ve büyüsel amaçlarla üretilen nesneler, dinsel amaçlarının yanı sıra, estetik değerler de taşıyabilirler. Simgesellikleriyle birtakım temel dinsel işlevleri yerine getirmeleri nedeniyle, yararcıl da sayılabilirler. Bu nesneler, camilerde, tekkelerde kutsal olarak saklandıkları ya da duvara asıldıkları gibi, ermiş kişilerin simgesi de olabilirler. Geleneksel, dinsel inançlara ya da batıl inançlara göre bereket, iyilik getiren, nazara, kötülüklere karşı koruyan tüm bu nesneler büyüseldir. Amaç ve işlevleri açısından bunların rengi bile önemlidir. Güzel sanatlarda, dekoratif amaçlarla üretilen ve kullanılan sanatsal nesnelerde ilk önce aranan nitelik estetik, köylü sanatında ve büyüsel sanatta ise işlevdir.

Sufi dervişlerinin geliştirdikleri sanat biçimi yaygın olmakla birlikte, dinsel sanatta tasvir, yalnızca Mevlevî ve Bektaşî tarikatlarında uygulanıyordu [Jong, 7-29]. Tekkelerde, camilerde koruyucu işlevine inanılan pek çok nesne arasında, o dönemde kullanılan silahların küçücük benzerleri, içi doldurulmuş krokodiller, kemik parçaları, geyik derisinden seccadeler, ermiş kişilere ya da halka malolmuş eşyalara rastlanmıştır. Ayrı amaçlarla türbelere asılan geyik boynuzları, devekuşu yumurtaları, mısır koçanları, diğer çeşitli kabuklar gibi. Yararcıl amaçlı dinsel sanatın güzel bir örneği, Konya'nın Mevlana Müzesi'nde bulunan, toprağın bereketini artırmak için içine nisan yağmuru biriktirilen Nisan Tası'dır.


 


"Nisan Tası" üzerindeki kitabesine göre İlhanlı Hükümdarı Ebû Sa’id Bahâdır Han tarafından Musul’da yaptırılmış ve Emir Sungur Ağa`nın aracılığı ile, 734 H -1333 M. yılında Mevlânâ Dergâhına hediye edilmiştir. Nisan Tası, 33.375 kg. ağırlığında ve 135 cm yüksekliğindedir. Bakırdan yapılmış, kapak, gövde, bilezik ve kaide olmak üzere dört parçadan oluşur. Kapağın üzerinde, kuyruğu kırılmış olan bir horoz heykeli yer alır. Kapak ve gövdede, Ebû Sa’îd Bahâdır Han için kûfî hât ile yazılmış övgü dolu şiirler vardır. Ayrıca bedende yer alan 6 adet pano üzerinde, altın ve gümüş kakma sanatı ile yapılmış geometrik ve nebatî motiflere, başta ördek, kuş, kurt, keçi, tavşan, at, tazı gibi av hayvanları ve av sahneleri yanında, bazı tarihi olaylara, hükümdar, elçi ve cariyelerden oluşan toplantı ve eğlence motiflerine yer verilmiştir. Konya Life

Mevlevîlikte uygulanan başka bir inanç, Mevlana'nın sarığının bir ucunu suya sarkıtmaktır. Bu suya, destar suyu denir. Bu konuda da ilginç tasvirlere rastlıyoruz. Kapağında horoz, çevresinde hayvan, insan kabartmaları, yarım ay tutan bağdaş kurmuş bir adam, at üzerinde elinde bir av kuşu bulunan bir adam kabartması olan bu tas da, tasvir sanatını yansıtması açısından oldukça ilginçtir.

Bektaşî inançlarına göre horoz, önemli ve kutsal bir hayvandır. Tokat Müzesi'nde, üzerinde çift başlı bir horoz bulunan bir mezar vardır. Aslan, güvercin, kaz, leylek, şahin, vb. hayvan tasvirlerine de Bektaşîlerin çeşitli yapıtları arasında, kabartma ve süslemelerde sık rastlıyoruz.

Bu arada çeşitli kuşların, masalsı yaratıkların, kimi evcil hayvanların uğurlu olduklarına, kimi kez de peygamberler, evliyalar, ermişler gibi ulu kişilere yardımcı olduklarına inanıldığından, bunlar da o kişilerle özdeşleşmiş, bir çeşit simgesel bir anlam kazanmışlardır. Kimi harflerin ve sayıların da simgeselliği bulunmaktadır. Bunlar tasvirlerle birleştirilmiştir. Özellikle tekke sanatında sayılar arasında en önemlileri üç, beş, on iki, on dört ve on yedi, ayrıca dört, altı, yedi, sekiz, dokuz ve otuz iki ile kırk sayıları da vardır. Tarikat ve tekke sanatında bunlara çokça rastlanmaktadır. Bunlar genellikle yazı sanatıyla birleştiriliyor ya da yazıyla bu tasvirler yapılıyordu. Karagöz'de de bir ölçüde simgesellik vardır. Buraya bunu örneklemek için Leylâ ile Mecnun oyunundan bir örnek verelim. Metin And koleksiyonunda bu iki örnekten biri karaçalı, öteki ise gül dalıdır. Leylâ ile Mecnun, aralarında gül dalı olduğu zamanlarda iletişim kurabilmekte, birbirlerine sevgilerini dile getirebilmektedirler. Ama kötücül güçler bu iki sevgiliyi ayırmak istediklerinde, onların arasına yılanlı bir karaçalı koyarlar.

Çarşı ressamları
(…) Çarşı resmi nedir? Çarşı ressamı kimdir? 17. yüzyılda ortaya çıkmış, daha çok İstanbul'da gelişmiş bir halk resim çığırıdır. Adını bu satırların yazarının koyduğu bu çığırın adından da anlaşıldığı gibi bunlar, çarşıda dükkânı olan esnaftan sanatçılardır. Çarşı ressamları, dükkânlarına gelen müşterilerin ısmarladıkları albümleri hazırlarlardı. Müşterilerinin çoğunluğu yabancılardı. Onlar, Türkiye'den bir anı olmak üzere, Türkiye'deki insanlar, görenek ve geleneklerle ilgili bir albüm ısmarlıyorlardı. Sonra resimlerin altına kendi dillerinde (genellikle Fransızca ve İtalyanca) resmin ne olduğunu yazıyorlardı. Bu albümler değişik ülkelerin müze ve kitaplıklarına dağılmıştı. Bu kitap için yirmi beş kadar albüm incelenmiş, bunlardan çok sayıda renkli örnek kitaba dahil edilmiştir.

Saray nakkaşlarının ürünü minyatürle, çarşı resmi arasında ortak noktalar olduğu gibi çok önemli farklar da vardı, ikinci ciltte uzun uzun incelenecek olan bu konu için şimdilik özetle şunu söyleyebiliriz: Her iki resim geleneği de Osmanlı kültüründen kaynaklandığı için, her iki çığırın sanatçıları temelde aynı ortak şemadan hareket ederler. Ancak bundan sonraki süreçte yaklaşımları farklıdır. Saray nakkaşlarının artırmalı, çarşı ressamlarının ise eksiltmeli bir yöntem uyguladıklarını söyleyebiliriz. Bunu daha açarsak, saray nakkaşları temel şemaya ayrıntı, süs bakımından çok şey eklemektedirler. Daha çok renk ve yaldız kullanmakta, giyim kuşamda, mimari süslemelerde ayrıntılara gitmekte, her şeyi artırıp zenginleştirmektedirler. Buna karşın çarşı ressamları temel şemadan gereksiz her şeyi atmakta, renkleri azaltmakta, kimi çizimlerde karikatüre yaklaşmaktadırlar. Ama daha da önemli bir fark, konuları bakımındandır. Saray nakkaşları günlük yaşamı, sıradan insanları konu olarak hiç işlemezler ya da çok az işlerler; buna karşın bunlar çarşı ressamlarının başlıca konularıdır.




Duvar ve tavan resimleri
Son yıllarda sanat tarihçilerimiz tasvir sanatının yeni bir boyutunu ortaya koydular: Duvar ve tavan resimleri. Çeşitli incelemeciler saraylardan camilere, konaklardan köy evlerine varana dek çok sayıda örnekle karşılaştılar. Gerçi bu resimler son dönem resimleri olmakla birlikte, bunların daha önce de yapılmış olduklarına, ancak yangınlarla ve benzeri nedenlerle yok olduklarına inanılabilir. Çini panolarla duvar resimleri ve daha çok Selçuklu sanatında görülen taş kabartmaları ayrı bir kategori olarak düşündük. Çeşitli incelemecilerin verdikleri örneklerin yanı sıra Profesör Rüçhan Arık ile Profesör Günsel Renda'nın bu konuda yazdıkları iki kitap temel danışma niteliğindedir. Özellikle tasvir sanatının camilere de girmiş olması çok önemlidir.

Halı ve kilim
Bu arada yine geleneksel bir sanatımız olan halıcılıkta da ağaçlar, çeşitli hayvanlar ve hatta kadın figürü çoğu kez stilize edilerek uygulanmıştır. Kökeni hiç kuşkusuz kavimsel ideogramlara dayanan bu şematik çizgi ve desenler belirli bir ayrıma gidilebilecek biçimde kullanılır. Halı motiflerini üç gruba ayırabiliriz:
1. Kavimlerin simgelerini ya da belirgin işaretlerini içerenler;
2. Dinsel inançlarla ya da büyüsel geleneklerle ilgili olanlar;
3. Kıskançlık, nazar, bakirelik, evlilik gibi çeşitli duygu ve konuları simgeleyenler.
Türk halıcılığında hayvanları canlandıran motifler, en yaygın olarak 14. yüzyılda kullanılmıştır. Halıcılıkta o dönemde konu çoğunlukla rastlanan ejderha, kartal, horoz, karşılıklı iki kuş, ejderha ile "anka" kuşunun savaşı gibi konularda, manzara resmi dokunmuş halılar konusunda, Prof. Rüçhan Arık'ın yaptığı araştırmalardan bilgi edinebiliyoruz. Kimi örneklerde derinlik, ışık ve gölge gibi öğeler çok güzel bir biçimde uygulanmış; Hereke, Kula, Gördes, Kırşehir yörelerinde dokunan bu halılarda düş ürünü manzaralar, camiler, evler, köprüler, ağaçlar, çiçekler, hayvanlar özenle dokunmuştur.

Kumaşlar-işlemeler-peşkirler
Osmanlı kumaşları, kadifeleri denebilir ki, Osmanlı sanatının en seçkin örneklerini vermiştir. Topkapı Sarayı Müzesi, bunların en güzel örneklerini bulundurduğu gibi, ayrıca bitki, çiçek, yaprak, yelpaze, kandil, giysi, kaftan, entari, şalvar, yastık, eyer örtüsü, bayrak, tabut örtüsü, çadır vb. çok değişik kullanışları bulunmaktadır, 13. yüzyıla kadar yaratık tasvirleri, daha sonraki yüzyıllarda giderek kaybolmaktadır. Ancak hiç yok da değildir. Buna örnek olabilecek, Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan bir bohça, 1.50 x 1.80 boyutundadır ve 120 parçadan oluşmuş bîr mozaiktir. Bunlar sökülmüş ve ortaya otuz üç değişik türden kumaş örneği çıkmıştır. Örnekler arasında geyik, kuş ve papağan tasvirleri görülür. Buradaki bir parçada, sol üstte kırmızı zemin üzerine içi yeşil benekli, altın iplikle dokunmuş bir papağan ile iki tane geyik vardır, Gene bu bohçadan ikinci parçada, sorguçlu iki tavus kuşu, sol ve sağ üstte bakışımlı olarak yine iki tavus kuşunun aşağı yarısı görülmektedir.




İşlemelerde tasvirler daha çok görülür. Topkapı Sarayı Müzesi'nde bir havludaki işlemelerde çadırlar, çıkrıklı kuyular, kovalar, ağaçlar, çiçekler yapılmıştır. Müzede bu türden başka işlemeler de bulunmaktadır. Örneğin bir elişi örtüde yelkenli gemiler, ağaçlar, saraylar, köşkler yapılmıştır.

Osmanlı sanatında insan ve hayvan figürü, havlu ve peşkirlerdeki işlemelerde de görülür. İslâm dini günde beş kez aptes almayı zorunlu kıldığı için, önceleri yalnızca kurulanmak gibi temel bir işlevi yerine getirmek amacına yö­nelik havlular, giderek çeyizler, gelin hamamları, hamam eğlenceleri için işlemelerle bezenmeye başlamıştır. Havlu işlemelerinde; 1. Çiçek, yaprak; 2. Çeşitli nesneler; 3. Yazılar; 4. Bunların karışımı gibi motifler yer almaktadır. Çiçek ve yapraklarda en çok kullanılanı gül dalıdır. Bunu asmayaprakları, üzüm salkımı, söğüt dalı, köknar gibi başka bitkiler izler. Havlu işlemelerine konu olan nesnelerden, tabanca, mezar taşı, gemi gibi nesneleri de sayabiliriz.

Çini sanatı
Türk sanatının en önemli dallarından biri olan çinicilikte de tasvirli olan örnekler çoktur. Bitki, çiçek, yaprak ve geometrik çizgiler egemen olmakla birlikte, hayvan ve insan tasvirleri de kullanılmıştır, İznik, Kütahya, Çanakkale gibi Osmanlı çinilerinde insan figürünün yanı sıra stilize bir biçimde kullanılmış balık, kuş, öteki hayvanlar, gemi ve başka birçok figüratif (tasvir) zaman zaman canlandırmıştır. Çinicilerimiz, yabancılardan aldıkları siparişler üzerine, Hıristiyanlıkla ilgili yazı ve tasvirler de yapmışlardır. Hekimoğlu Ali Paşa Camii'nde Kabe'yi gösteren çini pano ve Topkapı Sarayı'nda sünnet odası kapısı yanında bulunan geyik ve kuş resimlerini gösteren çini pano, duvara uygu­lanmış tasvirli çini panoları arasında sayılabilir.




Madenden tasvirler
İslâm sanatında maden sanatı çok geniş yer tutar. Altın, tunç, bakır, pirinç, kurşun gibi çeşitli madenlerden sanat eserleri yapılmıştır. Burada çeşitli teknik yöntemler kullanılmıştır. Bunlar başlıca dövme ve dökümdür. Birinci yöntemde, çökerterek ya da dıştan döverek yükseltme yoluyla yapılır. İkinci yöntemde ise, eritilmiş madenlerin kalıplara dökülerek yapılması anlaşılır. Bezeme tekniklerinde de kazıma, kabartma, telkari, savat, delik işi, kakma ve yaldız gibi çeşitli yöntemler kullanılmıştır. Çeşitli kullanım ve işlevleri olan maden işçiliğinde tasvire de yer verilir.

Yazı ile tasvir
Hat sanatı, Osmanlı sanatının çini gibi en önemli dallarından biridir. Yazıyla kuş, cami, gemi, insan yüzü vb. konularda tasvir yapılıyordu. Yalnız tekke sanatında değil, saray katında da çok seçkin örneklerini buluyoruz. Topkapı Sarayı Müzesi'nde bulunan Arapça gramerin 16. yüzyıldaki yazmasından yapraklarının kenarlarında, yazıyla atlar, kuşlar, Mekke, Medine, ejderhalar, gemiler, kaleler, at meydanındaki dikili taşlar ve camiler yapılmıştır.

Türk gölge oyunu (Karagöz)
Denebilir ki Türk tasvir sanatının en önemli türü Karagöz tasvirciliğidir. Nedense sanat tarihçilerimizin ilgilenmediği bir alandır. Gölge oyunu tasvirleri bir yandan çarşı ressamlarına, bir yandan da saray nakkaşlarının minyatürlü yazmalarına yakındır. Çarşı ressamları gibi profesyonel bir halk sanatı olan Karagözcülük, yine çarşı ressamları gibi gelişimini ve kişiliğini 17. yüzyılda bulmuştur. Çarşı ressamları gibi günlük yaşama ve sıradan insanlara yer vermiştir. Tek tek resimlerde Arnavut, Yahudi, imam, mahalle bekçisi, genç Çelebi, Rumelili, Frenk, Kayserili, Kastamonulu, Kürt, ciğerci, canbaz, orman korucusu, subaşı, çeşitli kadınlar, çocuklar gibi çarşı ressamlarının albümlerinde bulduğumuz tiplere, giyinişleri, konumlarıyla, ellerinde, bellerinde taşıdıkları nesnelerle büyük benzerlik gösterirler. Göstermelik ve dekor parçalarında atlı araba, kayıklar, hamam, salıncak, cenaze, tımarhane, kahve dövücüler, kadın ve erkek fasıl heyeti, güreşçiler, söz çalanlar, çengiler, köçekler, meyhane gibi sahnelere yer verilmiştir. Günlük yaşamın çeşitli sahneleri, tıpkı çarşı ressamlarının albümlerindeki gibi sergilenmektedir.


Karagöz'ün, saray nakkaşlarının yaptığı minyatürlü yazmalara da yaklaştığını belirtmiştim, ilk başta böyle bir benzerlik belki düşünülemez. Ancak iki anlayışın yaklaşımını düşünürsek, böyle bir yakınlık kolayca söylenebilir. Her ikisinde de bir metnin resimlenmesi söz konusudur. Ayrıca bu metinlerde de ortak noktalar vardır. Örneğin, nasıl minyatürlü yazmalarda Ferhad ile Şîrîn, Leylâ île Mecnun gibi mesneviler, ayrıca Hamzanâme, Şehname gibi destanlar minyatürlerle resimleniyorsa, Karagöz'de de bu konular ele alınmıştır. Kiminin önörgüleri bugüne gelmemiş olmakla birlikte tanıkların, belgelerin ve bunlarla ilgili tasvirlerin yardımıyla, bunların Karagöz dağarcığında olduğunu çıkarabiliriz.
Gene çarşı ressamlarının ilgilenmediği, ancak saray nakkaşlarının minyatürlerinde çok rastlanan masalsı yaratıklar, olağandışı ağaçlar gibi düş dünyasını Karagöz tasvirlerinde çok buluruz. Yedi başlı ejderhalar, cazular, islâm mitolojisinden Burak, dallarındaki yemişleri insan bedenleri olan Vak Vak Ağacı, içine insanları hapseden ya da dokunan kişiyi cezalandıran Kanlı Kavak, zebaniler, şeytanlar, keçi ve eşek bedenine dönüşümler gibi.
Kâğıt oymacılığı
Hat sanatında kullanılan bir yöntemle tasvirler de yapılmıştır. Arapça, "kaat'ı" denilen bu teknikle çiçek resimleri yapmaya da "şükûfe kaat'ı" denilmektedir. Bu, gerek halk, gerek saray sanatında yüzyıllar boyunca önemli bir yer tutmuş, çok seçkin örnekleri günümüze kadar gelebilmiştir. Özel bıçak, makas gibi kesici aygıtlarla renkli kâğıtlardan tasvirler kesilir ve bunlar renkli bir zemin kâğıdı üzerine yapıştırılır. Bu, iki yoldan yapılır. Birincide, tasvirler kâğıt oyularak bir başka zemin kâğıdına yapıştırılır. Böylece tasvirin içinde oyuklar varsa, bunların arkasından zemin kâğıdının renkleri görülür. Buna erkek oyma denilir. İkinci yöntemde ise, zemin kâğıdının bütününü bozmadan tasvirler kesilir, bu bir başka zemin kâğıdı üzerine yapıştırılır. Buna da dişi oyma denilir.

Cilt kapağı, çekmece, kutu ve sandık, tepsi üstü, cam altı
Çeşitli nesnelerin üzerinde tasvirler buluyoruz. 18. yüzyılda yazı çekmecelerinde, cilt kapaklarında, ahşap kapılarda, mimberlerde, kürsülerde, hokkalarda, özellikle manzara resimleri yapılıyordu. Bunların örnekleri bugün elde bulunmaktadır. Bunların yanı sıra bir de tepsi üstü resimler, yine son dönemlerde görülen bir eğilimdir. Bu tepsilerin üzerine en çok İstanbul'dan görünümler yapılmakla birlikte, başka kentlerin resimlerini de buluyoruz.
Ancak bu gibi tasvirli nesnelerin 18. yüzyılda başladığını kabul etmek yanlış olur. Rıfkı Melûl Meriç, 16. yüzyılda bayramlarda padişaha armağan edilen sanat yapıtlarının listelerini içeren bir-iki belge yayınlamıştır [Meriç*]. Bu listelerde saray sanatçılarının padişaha sunduğu armağanlar arasında, örneğin "nakışlı devekuşu yumurtası", "nakışlı kapak", "nakışlı el sandığı", "nakışlı çenk", "nakışlı sandık", "musavver sandık", "musavver yelpaze" okunuyor. Unutmayalım ki bu yalnızca iki belgedeki listelerdir. Bütün bayramlarda verilen armağanlar incelense, kim bilir ne gibi nesneler bulacağız.
Bunlarla ilgili olarak bir de camaltı denilen bir sanat vardır. Bu sanatın eskiliği üzerine elimizde kaynaklar pek yoktur. Adından da anlaşılacağı gibi resim, camın altına yapılır, ayrıca altın ya da renkli parlak maden kâğıtlarla resim bezenir. Böylece hem camın yüzeyi hem de bu parlak maden kâğıtların yardımıyla, resimde bir parlaklık sağlanmış olur. Aslında İstanbul’un bir halk sanatı olan camaltı resmini günümüzde de sürdüren, tek tük sanatçılar vardır, işlenen konular da, örneğin yazıyla resim sanatındaki motiflerdir: Yazıyla camiler, Mühr-i Süleyman, ibrikler, çiçekler, manzaralar yapılır. Günümüzde en çok görülen konu ise Şâh-ı Mâran tasviridir. Bu da, başı insan, gövdesi yılan mitolojik bir yaratıktır.



Camaltı tekniğinin en büyük özelliği resimlerin camın arka yüzüne yapılması. Resimler üst üste gelen renklerle yapıldığından, alttaki renk yeni bir renkle kapatılınca rötuş ve düzeltme yapmak mümkün olmaz. Bir resim yaparken detaylar, imza ve tarih son aşamayı oluşturur. Camaltında ise önce resmin deseni ve en üstte görülen detaylar yapılıp imza atılıyor. Daha sonra çizgiler arasındaki yüzeyler, en son olarak da arka fonda görülen renkler boyanır. Bir başka sorun ise resim yapılan 2-3 milimetre kalınlığındaki cam yüzeyin kayganlığıdır. Boyaların cama işlenebilmesi için hemen her yerde farklı teknikler kullanılır. Öncelikle, camın çok iyi temizlenmesi gerekir. Bu temizleme işlemi için Batı ülkelerinde sarmısak bile kullanılıyor. Guvaş gibi boyalarla çalışıldığında, boyanın cama daha iyi yapışması için cam levhanın üzerine fırçayla sulandırılmış Arap zamkı veya başka yapıştırıcılar sürmek gerekir. Resim bittikten sonra da camın arkasına konan kâğıt, karton, hatta tahta levha, boyaları dış etkenlerden korumaya yarar. Eyüp Coşkun 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder