Sözlük

Sanatçılar

Sanatçılar

Roman(esk) Sanatı

Roman üslubu Batı’da XII. yy sonlarına kadar uzanan sanatsal bir üretimdir; her şeyden önce X. yy’da Macar, Norman ve Müslüman akınlarının ardından, Hıristiyanlığın, bin yılına doğru yeni bir gelişme  yaşadığı bir dönemde Avrupa’nın dört bir yanında farklı ayrıntılarla gerçekleştirilen biçimleriyle ortaya çıkan dini bir mimarlığı tanımlar.

XIX. yy’da, Rönesans’tan arta kalan ve kendinden önceki dönemi karanlık olarak kabul eden bir anlayış, Ortaçağ’ın sonlarına, Roma uygarlığının yıkımına neden olan halkların soyundan gelen Gotlara anıştırmayla gotik adını yakıştırdı. Eskiçağ’la gotik arasındaki geçiş dönemlerine ait tanıklıklar iyi korunamadığından, Roman sanatı, barbar ataların kendilerini henüz ustalıktan uzak bir ifade ediş biçimi olarak kabul edildi.

Başlangıçta, Roman terimi IX-XII. yy’lar arasındaki Avrupa mimarisi için kullanılmıştır. Fransız Arkeoloji Derneği’nin kurucu başkanı Arcisse de Caumont tarafından yayılan bu terim hızla, Roma Eskiçağı’ndan miras alınan tekniklere dayanan bir inşa etme biçimini ifade edecek ve çok geçmeden de, resim, tezhip, heykel, kuyumculuk gibi o döneme ait her türlü sanatı kapsayacaktır; XI. ve XII. yy’ların sanatının kendinden önceki Karolenj sanatından ayrılması da bu terimle sağlanmış olacaktır.

Bir üslubun oluşturulması
Roman dönemi tarihsel açıdan Capetler Hanedanı’nın yükselişiyle çakışır. 987’de kutsallık mertebesine yükseltilen Hugues Capet Ile-de-France ve Orleans bölgesinde hüküm sürmektedir. İlk torunları krallığın gücünü komşu eyaletlere yayarken, bir yandan da adım adım feodal sistemi yerleştirmeyi başarırlar. Karanlık X. yy’dan sonra, geniş çapta bir tarım alanı açma seferberliğine girişilir. Siyasi istikrarın gitgide oturması ve bir nüfus patlamasıyla ekonomideki dönüşüm mimarlık başta olmak üzere kendini sanat alanında da göstermekte gecikmez.

Hugues Capet’in oğlu ve pekçok manastır yaptıran Dindar Robert’in ardından Ortaçağ’ın ilk dönemlerinde, Norman istilaları yüzünden harap olan eski kiliseler restore edilir; çoğu zaman da, bu kiliseler günün zevkine uydurulmak amacıyla yıkılıp yeniden inşa edilir. Büyük yapılarda köklü dönüşümlere gidilirken, kırsal kesimde, o zamana kadar genellikle ahşap olarak inşa edilen kiliselerde artık taş kullanılmaktadır. Bourgogne’lu bir kronikçi olan Raoul Glaber (X. yy sonu -1050’ye doğru) bu olguyu şöyle anlatır: «Bin yılını izleyen üçüncü yıla yaklaşırken, hemen hemen her yerde ama en çok da İtalya ve Galya’da kilise binalarının yeniden inşa edildiği görüldü; pek çoğunun çok iyi durumda olmasına ve hiçbir yenilenmeye ihtiyaç duymamasına karşın, her Hıristiyan cemaati, komşularından daha gösterişli bir kiliseye sahip olma yarışındaydı. Sanki dünya kir pasından arınmak için silkiniyor ve her yeri beyaz bir kilise giysisiyle örtüyordu. Piskoposluk merkezlerindeki kiliselerin, çeşitli ermişlere adanan manastır ve ibadet yerlerinin, hatta köylerdeki küçük vaaz yerlerinin neredeyse tamamı, inananlarca daha güzel olarak yeniden inşa edildi.» Bugün Avrupa’da hâlâ yüzlerce Roman kilisesini görmek mümkündür.


Renk sanatları
Bugün binaların iç duvarları çıplak görünse de, Roman döneminde kiliseler renklenmişti Bütün yüzeyler boyanmış veya mozaiklerle kaplanmıştır. Çakıltaşlarından, çok renkli mermer ve kaplama taşlarından oluşan mozaik, pencereleri vitraylarla süslü tapınakların zeminine de döşenmiştir. Heykeller bile, inananlar üstünde en güçlü etkiyi uyandırabilmek amacıyla canlı renklere boyanmıştır.


Duvar resmi Kullanılan renkler temelde sarı veya kırmızı toprak renkleriyle yeşil, beyaz ve siyahtır. Bu renkler, mimarının ve heykellerin çizgilerini vurgulamak ve duvarları çoğu zaman yatay olarak düzenlenmiş küçük şekillerle kaplamak için kullanılır. Önceki geleneklerle bağlarını koparan mimarlık ve heykelin tersine, duvar resmi gerek teknik, gerekse ikonografi açısından erken Ortaçağ resminin devamı içinde yer alır. Gene renkli altyazıların eşlik ettiği İncil sahneleri ve kutsal figürler gözdedir. Heykel veya resimle canlandırılmış küçük şekillerin yer almadığı her boşluk renkli süslemelerle bezenmiştir. Özellikle kötü işçiliği kapatan kaba bir sıva üstüne kırmızı aşı boyasıyla çizilmiş aralıklardan oluşan yalancı taş örgülü dekorlar sıkça görülür. Çok pahalı olan mozaiğin zamanla terkedilmesiyle daha az masraflı, daha basit ve döneminin zevkine daha uygun gibi görünen duvar resmi öne çıkar. Resimler binaların içinde çok büyük bir yer kaplar ama sık sık dışta da karşımıza çıkar. Roman dönemi boyunca gerçekleştirilmişe benzeyen binlerce resim çevriminden pek azı bugüne kadar korunabilmiştir. Ortaçağ’dan bu yana yapılan çok sayıda dönüştürmeler, dekor değişiklikleri, XIX. yy’dan beri girişilen ağır restorasyon çalışmaları bu resimlerin büyük bölümünün yok olmasına neden olmuştur. Berzd-la-Ville’de, Saint-Savin-sur-Gartempe’ta, Tavan’daki görülebilir örnekler artık anlaşılması zor bir sanatın bu alandaki boşluğu tam da doldurmayan tanıklarıdır.


Roman ressamları Eskiçağ sanatçılarının ustalığına erişemeseler de kuru sıvadan çok ıslak sıva üstüne resim yani fresk çalışırlar. Henüz kurumamış bir sıva üstüne uygulanan boyalar iyice içeri işleyerek neredeyse hiç atmayan renkler elde etme olanağı verir. Bu tekniğin güçlüğü (sıva kurumaya başlamadan, yani toputopu birkaç saat içinde sahnenin tamamlanması gerekir) sanatçıları çoğu zaman sahnenin bazı bölümlerini kuru olarak tamamlamak zorunda bırakır: yüz hatları, giysilerdeki ayrıntılar. Bu bölümler dolayısıyla daha dayanıksızdır ve korunması zordur.

Vitray. Roman vitraylarından korunabilen parçalar çok ender olmakla birlikte / çok şey ifade eder. O dönemde ışığa verilen önem gotik sanatta’ ulaşacağı noktaya (destek kemerler geniş açıklıkların yeralacağı duvarların incelmesini sağlar) henüz ulaşmaz ama ışığa renk katan vitraylar özellikle beğenilmektedir. Germen ülkelerinde ve Fransa’nın batısında bunun örneklerine yine sık rastlanır. Özellikle Mahs Katedrali’ndeki Göğe Yükseliş’in üslubu cam ve minyatür anlayışına ve Foitiers Katedrali’ndeki camekânlara çok yakındır. Chartres’daki Notre-Dame de-la-Belle-Verridre vitrayı 1194’te katedrali kül eden yangından kurtarılabildi. Yani tarihi XII. yy sonundan öncesine dayanmaktadır. Gotik kilisesinin bir penceresi içine yerleştirilen bu vitray koyu maviye kırmızı tonlarıyla Chartres tipini haber verirken geç dönem Roman çağındaki vitray sanatının en yetkin örneklerinden birini oluşturur.

romanesk sanat, Avrupa’da ortaçağda mimarlık, resim ve heykel sanatlarında birbirini izleyen iki üsluptan birincisi. En yüksek düzeyine 1075-1125 arasında ulaşan bu üslubun yerini 12. yüzyılın ortalarından sonra gotik üslup almaya başlamıştır. Romanesk sanat, Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa’nın siyasal kararlılığa ilk kez kavuştuğu X. yüzyılın ürünüdür. Önce yalnız mimarlık için kullanılan, ama daha sonra öteki sanatları da kapsayan romanesk deyimi bir bakıma Roma, Karolenj, Otto dönemi, Bizans ve yerel Germen sanat geleneklerinin birbiriyle kaynaşmasını anlatır. En önemli sayılan yapıtlar Fransa’da gerçekleştirildiyse de, romanesk sanat Bizans geleneğini sürdüren bir-iki Doğu Avrupa ülkesi dışında bütün Avrupa’ya yayıldı. Bu yaygınlık nedeniyle sayısız yerel yorumlar da ortaya çıktı.

Romanesk mimarlık büyük ölçüde manastırların yönetiminde geliştiği için, keşişlerin beğeni ve isteklerine göre de bir yerden ötekine büyük değişiklikler gösteriyordu. Gene de kapı, pencere ve arkadlarda yarım daire biçimli beşik kemerlerin, döşemeleri taşımak için beşik ve çapraz tonozların, kemer yüklerini karşılamak amacıyla çok kalın dış duvarların ve kalın ayakların kullanılması bütün yapılarda rastlanan ortak özelliklerdi.

Fransa’da geliştirilen iki kilise planı yaygın biçimde kullanıldı. Bunların her ikisi de ilk Hıristiyan bazilikalarının planının genişletilmesine dayanıyor, ışınsal düzenlenmiş şapellerle, ambülatuvarlarla ve yan neflerin üzerine gelen galerilerle donatılıyor, batı yüzlerinde de çan kuleleri yapılıyordu. Bu yapıların içinin bölümlere ayrılarak düzenlenmesi de o dönemdeki dinsel dünya görüşünün bir ifadesi, hatta belki de bir ölçüde feodal hiyerarşinin yansımasıydı. Romanesk mimarlığın en önemli (aynı zamanda onu Gotik mimarlıktan ayıran) özelliği, boşluğun heykel gibi ele alındığı mekan düzenleme anlayışıydı. Gotiğe özgü sivri kemerlerin görülmeye başladığı geç dönem yapıları bile eğer etkileri iç mekan düzenlemesinden kaynaklanıyorsa, romanesk sayılır.

Romanesk dönemin özelliklerinden biri de, yaklaşık 600 yıllık bir aradan sonra yapılarda heykele yeniden yer verilmeye başlamasıydı. Katedrallerin büyük kapılarının çevresinde, sütun başlıklarında Hıristiyan mitolojisini anlatan kabartmalar yapılıyordu. Doğal nesneler, gücünü soyut çizgilerden ve dışavurumcu bir biçim bozma yaklaşımından alan görsel imgelere dönüştürülüyordu. Bu yoğun ve dinsel anlam yüklü sanat, izleyen gotik dönemin daha doğalcı ve insancıl sanat anlayışıyla tam bir karşıtlık halindeydi.

Romanesk dönem resim sanatının en önemli örnekleri kiliselerin duvarların süslemek amacıyla üretildi. Günümüze kalan parçalar bu duvar resimlerinin de heykel sanatındakine benzer bir anlayışla ele alındığını göstermektedir. Kitap resimlerinde de çizgisel bir stilizasyon eğilimi görülüyordu. Hem heykel, hem de resim sanatı benzer kaynaklardan esinleniyordu. O çağın ilahiyatı, Kitabı Mukaddes’te yer alan olaylar, azizlerin yaşamları her iki sanat dalında da ele alınan ortak konulardı. A.B.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder